Aydın Engin

29 Nisan 2009

Dinler, diller, kavimler

Yoruldum... Hayır, hayır, gezip tozmaktan değil.

Yoruldum...
Hayır, hayır, gezip tozmaktan değil. Buradan, Şam’dan yoruldum. 7000 (yazıyla: Yedi bin) yıllık bir tarihi bugüne taşıyan bu kentte dillerin, dinlerin ve kavimlerin izini sürmekten, adlarını öğrenmeye çalışmaktan yoruldum ve...
...ve tarihte yolculuktan vazgeçtim.
İyi de tarihi bırakıp bugüne geldiğinizde de işiniz daha kolay değil.
Mesela “Emevi camiini görmeden gidersen Şam’ı da, Suriye’yi de anlamadan gitmiş olursun” dediler.
Gittim, gördüm, büsbütün kafam karıştı.
Altı Roma tapınağı; onun üstüne bir kilise irisi kondurulmuş. Orda kalmamış, Kilise “ortası” olmuş. Onun üstüne Emevi halifeleri bir cami yükseltmişler. Taşlara, bezeklere, sütunlara bakıp Roma tapınağını da, Hristiyan kilisesini de, Müslüman camiini de aynı anda seçebiliyorsunuz.
Haydi bunu anladık diyelim. Camiin içine girince tuhaflık daha da tırmanıyor.
Kadınlarla erkeklerin yanyana namaz kıldıkları bir cami olabilir mi ?
Oluyormuş. Nedenini sormayın. Ben sordum. “Bu camide adet böyledir” dediler.
Ne açıklama ama ?
Bitmedi. Mimarisiyle, görkemiyle, bezekleri, avlusu, şadırvanı ile zaten sizi hayranlıkla şaşkınlık arasında sarkaç misali götürüp getiren Emevi camiinin uzun duvarında dört minber yanyana yerleştirilmiş. Sünni İslamın dört mezhebi yanyana: Hanefi, Maliki, Hanbeli, Şafii... İnananları namaza çağırırken dört mezhepten dört imam bir odada birlikte ezan okuyorlar. “Nasıl yani” filan demeyin. Anlamadım. Anlamaktan da vazgeçtim.
* * *
Müslüman Şam’dan bir kesit böyleydi. Ama Şam sadece bir Müslaman kenti değil ki...
Hristiyanlığın bütün dallarının en az bir kilisesi de kentin içinde kendine yer bulmuş. Katolik, Ortodoks, Keldani, Süryani, Maruni, Arami...
Yolda yürürken bir konuşmaya kulak kabartıyorsunuz. Arapçaya benzemiyor. Omuz silkip, “Değil zaten. Ermenice konuşuyorlar” diyorlar. Bir grup genç erkek ayakta sohbet ediyor. Yaklaştıkça söylenenleri anlamaya başlıyorsunuz. Biri piyango bileti gibi bir şey satmaya çalışıyor: “Al bir tane oğlum, burda böyle sürünmekten kurtulursun” diyor; öteki suratını ekşitiyor, “Yok. Bugün şanslı günüm değil” diyor. Peki Şam’ın göbeğinde şakır şakır Türkçe konuşan bu adamlar kim ? Yine omuz silkip cevaplıyorlar, ”Türkçe konuştuklarına göre Türk bunlar”. Ne kadar açıklayıcı bir cevap değil mi ? Bir dükkan tabelasındaki adı Arap adına benzetemiyorsunuz, “Süryanidir” cevabı gecikmiyor. Kulağınıza Kürtçe çalınıyor. Omuz silkiyorlar: “Aaa, evet” diyorlar, “Kilis’den, Mardin’den hep gelirler buraya. Ayrıca bura Kürtleri de var tabii.” Sokak köşelerinde dökme bronzdan posta kutuları görüyorsunuz. Üstlerinde latin harfleri ile “Boit de Lettre” yazıyor. Cevap hazır: “Normaaaaal !.. Burası Birinci Dünya Savaşından ikincinin sonuna kadar Fransız egemenliğindeydi.”
İşte o yüzden Şam’ın bugününde de dillerin, dinlerin ve kavimlerin izini sürmekten vazgeçtim.
* * *
Mallahah’ı görmek de şartmış. Şam’ın 40-50 kilometre kuzeyinde, anayoldan da 7-8 kilometre dışarıda bir köy. Tarihin en eski Hristiyan manastırlarından biri orada. Boyutları kavranması güç ölçülerde büyük bir kaya kütlesinin içine ve eteğine ve üstüne kurulmuş bir köy. Olabilir. Görkemi, şatafatı olmayan bir manastır. “Hay Allah, bunun için mi bütün bu yolu teptim” derken köylülerin konuştukları dilin Arapçayla benzediğini ama Arapça olmadığını; İbranice’ye benzediğini ama İbranice de olmadığı fark ediyorsunuz.
Cevap yine o ünlü omuz silkme eşliğinde geliyor:
- Değil. Arapça değil, İbranice hiç değil. Aramice bu.
Siz “Aramiler kimlerdi, Aramice neydi” sorusuna lise tarih kitaplarından kalma bilgilerinizi yoklayarak cevap bulmaya çabalarken ekliyorlar:
- Yani İsa Peygamberin konuştuğu dil...
Pes ettim...
* * *
Öğüdümdür:
Yolunuz Suriye’ye düşerse, ki düşsün; Şam’ı, Halep’i tadını çıkararak gezin.
Ama dillerin, dinlerin ve kavimlerin izini sürmeye kalkışmayın. Sadece hepsinin birarada, yanyana, içiçe yaşadıkları bu ülkenin tadını çıkarmaya bakın...
Ben öyle yapıyorum...