Aydın Engin

22 Ağustos 2020

"Biri kendini yaksın" mavrası…

Bilmeyenler için açıklayayım: Mavra belli bir amacı olmayan, keyif veren, vakit geçirmeye yarayan, can sıkıcı sorunlardan bir süreliğine ayrılmak, bir arkadaşın deyimi ile "kafayı boşaltmak" için yapılan sohbetlere denir. En esaslı mavra hapishane koğuşlarında yapılır

Yedi gün önce yayımlanan Tırmık’ta cumartesi günlerini kendime ayırdığımı, o gün yazmaktan bana (ve sanırım size de) gına gelen siyasete yer olmadığını, yazarken bana da keyif veren "harbiden mavra" yazacağımı ilan etmiş idim.

İyi ki etmişim. Epey, hem de "epey epey" olumlu tepkiler aldım. T24’de cuma günleri "Düzeyli Magazin" okuyan "Cihangir ülkesi"nden bile üç, dört kişi o Tırmık’ı okumuş ve hoşlanmış.

O kadar yani.

Demek doğru yoldayım. Öyleyse yola devam…

Buyrun..

* * *

Biliyorum, günün konusu Karadeniz’de açıklarında doğalgaz bulundu müjdesi.

Sahiden bulunduysa sevinmek gerek. Ama yoğurdu üflemek de bizim mesleğin gereği. Yani "Gaz mı bulundu, bize gaz mı veriliyor" sorusuna kesin cevap vermek için henüz erken.

Bekleyelim. Umutlanalım, ama ancak emin olduktan sonra sevinelim…

Bizim Barış Soydan, T24’de ekonomi yazıyor. Aslında "sonradan olma" gazeteci. Ama dünkü yazısıyla bizim gibi "önceden olma" gazetecileri ters köşeye yatırıyor, bazan nal toplatıyor. Doğal gaz müjdesiyle ilgili yoğun ve sağlam bilgi içeren yazısını okumadıysanız bence mutlaka okuyun. Yani burayı tıklayın.

Ayrıca çeşitli uzmanların görüşleri T24’te ve başka haber sitelerinde yer aldı. Hemen hepsinin ortak noktası "Yoğurdu üfleyerek yiyelim; doğalgaz bulundu diye Türkiye köşeyi döndü sanmayalım" cümlesiyle özetlenebilir.

Besbelli, doğalgaz "müjdesi" üstüne nasıl olsa önümüzdeki günlerde ister istemez değinilecek. Öyleyse "harbiden mavra"ya ayırdığım cumartesi "Tırmık"larına devam edebilirim.

Bilmeyenler için açıklayayım: Mavra belli bir amacı olmayan, keyif veren, vakit geçirmeye yarayan, can sıkıcı sorunlardan bir süreliğine ayrılmak, bir arkadaşın deyimi ile "kafayı boşaltmak" için yapılan sohbetlere denir. En esaslı mavra hapishane koğuşlarında yapılır. Mapusdamında geçmek bilmeyen günler, saatler mavra sayesinde katlanılabilirlik kazanır. Sanırım "mavra" terimi de hapishane argosundan türemiştir.

Alın size bir hapishane mavrası.

* * *

Selimiye Kışlası'nın güneye bakan tarafında dördüncü kat koridorunun iki ucu kum torbaları ile kapatılıp, onların ardına da silahlı nöbetçiler dikilip hapishaneye çevrilmişti. 1979 Kasım’ıydı. Yine sıkıyönetim vardı ve gazetecilik gibi belalı bir meslekte olduğum için ben 1971’in 12 Mart’ından o güne dördüncü kez Selimiye hapishanesine konuk edilmiştim.

Hapishaneden sorumlu bir subay (galiba yüzbaşıydı) ne kadar güçlü biri olduğunu tutuklulara kötü davranmakla kanıtlamaya çalışan bir herifti. Sular kesiliyor, iyiden iyiye bastan kış soğunda kaloriferler bilerek kapatılıyor, tuvaletler pislik içinde yüzüyor, asker karavanası ile gelen yemekler bilerek bekletilip buz gibi çorba, yağı donmuş kuru fasulye, bulaşık tezgahından geçmediği bilinçi olarak belli edilen tabaklarda önümüze sürülüyordu.

Dört koğuş, koridordaki volta saatinde kararlaştırdı ve bütün koğuşların temsilcileri koğuşlardan birinde akşam toplandı. Tartışıldı ve direniş kararı alındı.

İyi ama, direneceğiz tamam da ne yapacağız?

Bu da tartışmaya açıldı. Sanırım hem Selimiye tecrübemden, hem yaşımdan dolayı "kolaylaştırıcılık" görevi benim üstümde kaldı.

Çeşitli direniş yöntemleri ortaya atıdı, her biri üstüne hangisinin daha etkili olacağı sorusuna cevap bulmak üzere tartışma yürüdükçe yürüdü, sürdükçe sürdü.

Her hapishanede zaten zor olan hapishane koşullarını daha da zorlaştıran birileri mutlaka çıkar. Orada da bunlardan biri vardı. Keskin solculuk oyununu kimselere bırakmıyordu. Bir yandan tek hüneri olan tesbih çevirmede "show" yapıyor, bir yandan da önüne gelene "Bu revizyonist… O oportünist,… Şu uzlaşmacı… Bu sol sapma… O sağ sapma" diye fetva veriyordu.

O günkü "direniş toplantısı"nda tesbihini hünerle döndürerek ve konuşanları dudaklarının kıyısına yerleştirdiği küçümseyici bir gülücükle sessizce dinledi. Hiç söze girmedi.

Tartışma biter ve bir direniş biçiminde uzlaşma sağlanmak üzereyken pat diye lafa girdi:

- Bunlar hiçbir işe yaramaz. Kimse iplemez…

Eh, kolaylaştırıcı benim ya, ister istemez sordum:

- Senin önerin ne? Bir önerin var mı?

O sinir bozan gülücüğü yitirmeden cevapladı:

- Var. Var tabii.

- Söyle hele….

- Biri kendini yaksın…

Tıssssss!..

Koca koğuşu tam bir sessizlik sardı. Herkes bana bakıyor, bir şey söylememi istiyor gibi bir duyguya kapıldım. İçimden fışkıran öfke bana benim bile şaştığım cümleleri art arda söyletti:

- Haklısın. Bu çok etkili bir eylem olur. Bütün taleplerimiz kabul edilir.

Bütün koğuş hayrete, dehşete, şaşkınlığı düştü. Hiç beklemedikleri birinden gelen bir cevaptı bu. TKP’li, "profesyonel devrimci" filan olmayan, eline silah almamış bir "burjuva gazetecisi" konuşmuş ve bu sapık eylem önerisini haklı bulmuştu.

Bizim tesbih sallama ustasının hayretle açılan gözlerinine bakarak devam ettim:

- Önce sen kendini yakacaksın. Sonuç alamazsak senden sonra da ben.

12 Eylül sonrasında yer gösterme sırasında kaçıyor diye vurularak öldürülen, o gün bugün içimde kanayan bir yara olan Zeki Yumurtacı, adı gibi zeki gözlerinde sevimli gülücüklerle benim cümleyi tamamladı:

- Aydın abiden de sonuç alamazsak, sıra bende… Sonrasını siz kalanlar sonra düşünürsünüz artık…

Güleceğim ama koğuştaki ciddiyet buna engel. Bizim tesbih hünerbazının suratı morardı. Koğuştaki bütün gözler ona çevrili. Morluk iyiden iyiye arttı. Kekeledi:

- Ben öyle demedim ki… Ben şey dedim…

Zeki Yumurtacı ile aynı anda konuştuk:

- Öyle dedin oğlum. Biri kendini yaksın dedin.

* * *

Şimdi size on puanlık soru.

Tahmin edin bakalım, bu durumda ister istemez bir şey söylemek zorunda olan "tesbihçi" ne dedi?

Uğraşmayın, bulamaz, tahmin de edemezsiniz.

- Benim yakmam doğru olmaz. Ben devrime lâzımım…

Hiç kimse kahkahasını tutamadı. Koğuşta, koridorun sonundaki gardiyan erleri bile telaşlandıran bir kahkaha patladı. Ardından da birinci sınıf bir mavra...