Başlığı boşverin. Bir şaka o. Ben size göçmenlik yıllarımdan bir arkadaşımın öyküsünü anlatmak istiyorum. Erzincan köylerinden Almanya’ya, Almanya’da Frankfurt’a düşmüş iyi bir arkadaşımın, birinci kuşaktan Zihni’nin öyküsünü... Arkadaşım Zihni’nin tragedyalara yaraşır, tragedyalarla yarışır öyküsünü...
Erzincanlıydı. 1960’lı yıllarda karısını memlekette bırakıp kapağı Almanya’ya atmıştı. Bir hüneri yoktu. Bildiğimiz inşaat işçisiydi. Kendi deyimi ile “kara işçi”.
Ben 1980 Mayıs’ında sırtımda kesinleşmiş 7,5 yıllık hükümle Almanya’ya tüyüp siyasal göçmen olduğumda ilk tanıdıklarımdan biri Zihni oldu. 12 Eylül beni yurtdışında yakaladığında (yani yakalayamadığında) Frankfurt’ta yerleştim ve Zihni ile daha yakın arkadaş oldum.
Birinci kuşağın tüm çilelerini taşımış ve artık kıdemli bir “gurbetçi” olmuştu.
- Eeee sen geldin, ben gidiyorum artık, dedi.
O yıl Almanya macerasına nokta koyup Türkiye’ye dönmeye karar vermişti. Kara işçilikten badanacılığa terfi etmişti. Ona pek yakışan bir ironi ile kendisiyle dalga geçti; “Ben işçi değil, artık baudekorateur’üm” dedi. Henüz dili sökemediğimden “Ne demek o”diye sorduğumda yine ona pek yakışan “kurnaz tilki” gülüşü ile cevapladı:
- Yani iç mimar gibi bir şey...
On iki yıl boyunca Zihni ile sık sık buluştum. Beraber çok rakı içtik; çok sohbet ettik. Birinci kuşağın Almanya serüveni üstüne en renkli, en acılı, en matrak öyküleri ondan dinledim. Kimileri kendi başından geçmişti; kimilerine tanık olmuştu, kimilerini uyduruyordu ve pek güzel uyduruyordu.
Her yıl en az iki ayda bir her buluşmamız, her karşılaşmamızda “Bu yıl son gazeteci, sonbahara kesin dönüş yapıyorum. Burası sana emanet” dedi. Son yıllarda dalga geçeceğimi bile bile aynı cümleyi büyük bir ciddiyetle ve sahiden inanarak yinelerdi:
- Bu yıl son... Bu yılın sonunda kesin dönüş yapıyorum memlekete...
Almanya’da on iki yılı tamam ettim. 1992’de üç beş eşyamı toplayıp Türkiye’ye dönerken eşyaların taşınmasına yardıma geldi. Bir yandan kitap dolu koca karton kutuyu kamyona yüklerken aynı ciddiyetle konuştu:
- Sen git. Ben hemen ardından geliyorum. Artık kesin dönüş vakti geldi...
Özal’ın “Cezanın altıda birini yat, sonra serbestsin affı”nda yararlandım. Bir kaç ay Sağmalcılar Cezaevinde misafir olduktan sonra serbest kaldım; böylece önce Türkiye’ye, hemen ardından da Cumhuriyet’te mesleğime, haberciliğe döndüm.
Gazete beni sık sık Avrupa’ya, özellikle Almanya’ya yolladı. Almanya’ya her gittiğimde bir fırsatını yarattım, yolumu Frankfurt’ta düşürdüm. Frankfurt’ta her gittiğimde bir vakit buldum Zihni ile buluştum. Zihni ile her buluştuğumuzda vakit ayırdık ve birlikte rakı içtik. Her rakı sohbetinin bir yerinde Zihni nakaratını tekrarladı:
- Bu yıl son... Seneye dönüyorum memlekete. Kesin dönüş...
* * *
Sanıyorum 2002 idi. Yolum yine Almanya’ya düştü. Oradan yolumu yine Frankfurt’a düşürdüm. Frankfurt’ta yine Zihni ile buluştum. Yine rakı masasının başına çöktük. Ancak...
Ancak bu defa o bildik “nakaratı” tekrarlamadı. Durgundu, keyifsizdi. Sağlığı yerinde değildi. Keyifsizliğini ona yordum.
Değilmiş...
Bir sır verir gibi konuştu:
- Sana bir şey söyleyeceğim ama aramızda kalsın. Tanıdıklar dalga geçecekler. Benimse o şakaları kaldıracak halim yok. Ağzını sıkı tut...
Söz verdim.
Konuştu:
- Geçen hafta, dedi, geçen hafta Frankfurt Şehir İdaresine başvurdum, kendime bir mezar yeri satın aldım.
* * *
Zihni bir kaç yıl önce öldü. Şimdi Frankfurt’ta, çiçek bahçesini andırır bir mezarlıkta uyuyor.
Tragedya için “Alınyazıları ile savaşan ve elbet yenilen soyluların yaşam öyküsüdür” derler.
Zihni Anadolu’dan kopup Almanya’ya gelen birinci kuşak’ın eksiksiz bir temsilcisiydi ve elbette soylu filan değildi.
Ama yaşam öyküsünün bir tragedya, hem de tragedyanın hası olmadığını söyleyenin alnını karışlarım...