BÜYÜK BUDAPEŞTE OTELİ
(The Great Budapest Hotel)
Yönetim ve senaryo: Wes Anderson
Görüntü: Robert D. Yeoman
Müzik: Alexandre Desplat
Oyuncular: Ralph Fiennes, Tony Revolori, F. Murray Abraham, Adrien Brody, Mathieu Amalric, Jeff Goldblum, Willem Dafoe, Jude Law, Harvey Keitel, Bill Murray, Edward Norton, Saoirse Ronan, Jason Schwartzman, Lea Seydoux, Tilda Swinton, Tom Wilkinson, Owen Wilson, Bob Balaban/ Fox yapımı.
Wes Anderson benim yönetmenim değil!.. Sempatiyle karşıladığım Rushmore’dan sonraki filmleri -Tenenbaum Ailesi, Suda Yaşam, Darjeeling Limited, Moonrise Kingdom- ancak yer yer ve kısmen sevdiğim filmler oldu. Ama hiçbirini tümüyle kucaklayıp bağrıma basamadım.
Bu son filmi de en iddialısı olmasına karşın, kişisel yargımı değiştirmiyor: Wes Anderson zeki, yaratıcı ve hınzır bir yönetmen. Ama mizah duygusu çok kendine özgü ve en azından benimkiyle barışmıyor.
Oysa iki savaş arasını belki en iyi biçimde vermiş ve Nazizmin yenileceğine inanmadığı için, 1942 yılında eşiyle birlikte intihar etmiş olan Avusturyalı yazar Stefan Zweig’in eserlerinden derlenmiş olan hikaye öylesine umut veriyor ki...Ve yönetmen öylesine zengin, adeta inanılmaz bir kadroyu seferber etmiş ki...Ama yine de tam bir başarı yok.
Düşsel bir Orta Avrupa başkentinde (en çok Prag, Budapeşte veya Viyana akla geliyor), bir tepede kurulu tarihi Büyük Budapeşte Oteli’nde geçiyor film...Bir yazar, o harika dekor içinde eski günleri hatırlıyor. Ve genç bir adamken otelde geçen maceraları...Yaşlı bir düşes (Tilda Swinton) ölmüştür ve vasiyeti için yakınları toplanır. Ama mirastan en büyük pay, otelin baş bell boy’u Gustave B’ye çıkar.
Gustave, Ralph Fiennes’in yaş-ötesi cazibesini taşıyan, kadın-erkek demeden herkesi tavlayan ve müşterileri avucunun içine alabilen karizmatik bir kişiliktir. En yakın dostu ve sırdaşı, sağ kolu sayılabilecek olan Hintli Zero- Sıfır adlı bir genç adamdır. (Kadronun tek tanınmamışı olan Tony Revolori).
Ayrıca işin içine birçok karakter karışır: hepsi tuhaf, aykırı ve eksantrik olmakta birleşen...Düşesin oğlu Dimitri (Adrien Brody), avukat Kovacs (Jeff Goldblum), Fransız aksanıyla konuşan (ve zaten Fransız olan!) komiser (Mathieu Amalric).
Ve de küçük rollerde Willem Dafoe’dan Jude Law’a, Harvey Keitel’den Bill Murray’a, Edward Norton’dan Owen Wilson’a uzanan bir ünlüler galerisi...
Ralph Fiennes’ın dışında hiçbiri karaktere dönüşmeden bir figür, bir tip olarak kalan bu değerli oyuncular, fonunda iki savaş arası nostaljisi ve yaklaşan felaketin (ikinci savaş) tamtamları hissedilen bir garip serüveni yaşarlar. Hikaye ne Agatha Christie tarzı bir ince gerilime, ne gerçek bir aksiyona, ne de amaçladığı hınzır ve keskin güldürüye dönüşemeden kalır. Eğer amaç en yaşamsal bir fon önünde güldürmekse, örneğin Ernst Lubitsch klasiği To Be Or Not To Be- Olmak ya da Olmamak, 70 üsur yıl önce bunu çok daha iyi yapmıştı!.. Zamanında “Nazizmi komedi malzemesi yapmak” gibi bir büyük suçlamayı da göğüsleyerek... Oysa bu filmde bir-iki gerçekten güldüren sahne dışında, bu amaç da gerçekleşmiyor.
Filmin erdemlerini tümüyle yadsımayalım. Anderson bir kez daha, görüntü yönetmeninin de yardımıyla pastel renklerle süslü şık ve estetik bir dünya yaratıyor. Son derece dekoratif bir film bu... Bir suluboya yapar gibi, bir minyatür çalışır gibi, bir gergef dokur gibi tasarlanıp çekilmiş. Ama bu zanaat becerisi sanata dönüşemiyor. Çünkü film gözlerimize ziyafet çekse de, zihinlerimizi ayni ölçüde doyurmuyor. Çünkü gerçek bir drama ve onun öbür yüzü olan komediye ulaşamıyor.
Ve aslında ilginç bir proje ancak yarım başarıyla sonuçlanıyor. Çoktan ölüp gitmiş bir dünyanın büyük, ama unutulmuş bir yazarın bakışıyla canlandırılması, başlı başına bir buluş olabilirdi. Ancak film bunu pek yapamıyor…