Atilla Dorsay

26 Aralık 2014

Savaş, işgal ve kıyıma nesnel yaklaşabilmek...

Russell Crowe’un saygın kariyeri, Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan'ın oyunculuğu ile ilk kez denediği yönetmenlikle kanatlanıyor.

 

SON UMUT    X  X  X  X  X
(The Water Diviner)

   Yönetmen: Russell Crowe
   Senaryo: Andrew KnightAndrew Anastasios
   Görüntü: Andrew Lesnie
   Müzik: David Hirschfelder
   Oyuncular: Russell Crowe, Olga Kurylenko, Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, Jai Courtney, İsabel Lucas, Salih Kalyon, Deniz Akdeniz, Ryan Corr, James Fraser, Ben O’Toole, / Avustralya filmi     

 

Russell Crowe’un saygın kariyeri, ilk kez denediği yönetmenlikle kanatlanıyor. Ve sanatçıya yeni ufuklar açıyor.

Son Umut bir sinema başyapıtı olmayabilir. Ama öyle güzel yanları ve ayrıca biz Türkler için öyle ilginçlikleri var ki, etkilenmemek ve filme teslim olmamak kolay değil.

Film Çanakkale’deki ünlü ‘müdafaamız’ sırasında geçiyor: hani büyük savaşın ikinci yılında, tam olarak 1915’de, Osmanlı imparatorluğunu kıstıran Batı dünyası onu bölüp parçalamak ve İstanbul’la Ege’nin yolunu açmak için Çanakkale’den çıkarma yapıp karaya çıkmayı denemişti ya... Ve de toplam 7-8 ay süren bu ‘müdafaa’ sırasında, yıllardır savaşmaktan bitap düşmüş Osmanlı hemen yenilecek sanılırken, Mustafa Kemal’in de katıldığı görkemli bir savunmayla o Düvel-i Muazzama askerini denize dökmüştü ya...

Gerçi bu tam 70 bin şehide mal olmuş, birkaç kuşak orada sanki erimişti. Ama kazanmıştık, İngiliz ve Anzak (Avustralyalı) bir orduyu püskürtmüş ve gelecekteki İstiklal Savaşı’nı haberleyen bir zafer elde etmiştik.

Bizim kamuoyu çok  iyi bilir: Anzaklar ülkelerinin bu en belalı dış savaşını ve verdikleri büyük kaybı hiç unutmaz ve her yıl anarlar. Kimileri bu hazin anmayı burada, Gelibolu yarımadasındaki Anzak mezarlığında yapar.

İşte film bunlardan birinin, Joshua Connor adlı bir çiftçinin öyküsünü anlatıyor. Çocuklarını kahramanlık türküleriyle büyütmüş ve sıra vatan görevine gelince hiç duraksamadan, üç oğlunu birden uzaklardaki o meçhul savaşa yollamış olan Connor, üçünün de ölümüyle hayata küsmüştür.

Toprağın derinliklerindeki suyu bulup çıkarmakta eşsiz bir yeteneği olan Connor, savaşın bitiminden yıllar sonra, tam olarak 1919’da eşinin de ölümüyle sarsılır. Onun son vasiyetine uyarak, oğullarının hiç olmazsa mezarlarını bulmak için kalkıp, altı aylık bir yolculuktan sonra İstanbul’a gelir. Ve Gelibolu’yu ziyaret için işgalci İngiliz makamlarından izin almaya çalışır.

Ama Gelibolu hala yasak bölgedir. Bir yandan İngilizler, öte yandan Anzaklar ve Türkler kendi ölülerinin izini aramaktadır. İngilizler bu izni vermemek için her şeyi denerler. Ama Connor inatçıdır, sonunda Gelibolu’ya gelir. Ve orada, bizim filmin başında gördüğümüz Türk savaşçılardan binbaşı Hasan ve Cemal çavuşu bulur.

Hikaye aslında bu tür bir olayı anlatan gerçek bir mektuptan yola çıkmış. Ve yönetmenliği kaç zamandır kuran Crowe’un eline geçmiş. Karizmatik aktör senaryoyu biri Yunan kökenli iki Avustralyalı yazara emanet etmiş. Bizim oyunculara da güvenmiş ve iki önemli rolü iki Yılmaz’a vermiş: Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz.

Ama bu kumar kazanılmış gözüküyor. Gerçi film dünyanın pek az bildiği, çoktan unutulmuş bir olaya dayalı. Ama bir yandan, şu içinde bulunduğumuz yıl Birinci dünya Savaşı’nın başlangıcının 100. yılı. Ve tüm dünya ilk savaşı ve onun felaketlerini hatırlıyor.

Ayrıca Crowe filmini çağdaş temalara da ulaşan ve herkesi ilgilendirebilecek bir kıvama getirmiş. Peter Weir’in ünlü ve unutulmaz Gelibolu filminden 33 yıl sonra, ayni döneme yine evrensel bir ilgi çekebilir.

Ama biz kendi açımızdan bakalım. O zaman, filmin yabancılar için olduğundan daha da ilginç gözüktüğü kesin.

Öncelikle Crowe, ilk savaşa ve onun içinde Osmanlı’nın paylaşılması girişimlerine olabildiğince nesnel yaklaşmayı başarıyor. Ne kendi halkı, ne de herhangi bir  başka halk adına kahramanlık edebiyatı yapmıyor. Ancak ülkeye üşüşmüş tüm orduların ve halkların birer işgalci olduğunu, Türklerin ise sonuç olarak ülkelerini savunduklarını hiç hatırdan çıkarmıyor ve bize gereğince hatırlatıyor.

Sanatçı eleştiri oklarını Batı’nın hangi kurumuna yöneltmiyor ki... İngilizlerin o bilinen gururları içinde, en insancıl konularda -ölmüş üç oğlunu arayan babaya çıkartılan çeşitli bürokratik güçlükler başta- nasıl duygusuz ve ilgisiz kaldıklarını eleştiriyor örneğin... Ya da anavatanda, yani Avustralya’da, üç çocuğunun acısına dayanamayıp intihar eden anneyi katolik papazın din kurallarına uygun olarak gömmeyi reddetmesine de hiç sempatiyle bakmadığı açık.

Belki bizim için en önemlisi, finalde Kuvayi Milliye’ye katılmaya giden kahramanlarımızın Yunanlı çeteler tarafından haince izlenip vurulması. Uluslararası ve yazılı olmayan kurallara göre genelde hiçbir şeyleriyle eleştirilmeyen, demokrasinin ve başka şeylerin kurucusu Yunan dostlarımız, bu filmde belki ilk kez ‘kötü adam’ olarak sunulmanın şokunu yaşayacaklar!.. Oysa Crowe’un yaklaşımı net, kesin ve doğru: her kim ki bir ülkede işgalci olarak bulunmaktadır, o haksızdır ve ‘bad man’liği üstlenmelidir!..

Savaş sahnelerinin aslında neredeyse sembolik olması önemli değil. Bir yandan, bu savaştan çok savaş sonrasına yoğunlaşan bir film. Ayrıca o sahneler öylesine başarılı çekilmiş ki, bize savaşın ve tüm savaşların korkunçluğunu tüm dehşetiyle duyuruyorlar. Ama üç kardeşin birlikte ölümün eşiğinde olduğu ve hayata tutunmak için umutsuz bir çaba harcadığı, finale de damgasını vuran sahneye ayrıca dikkat!..

Crowe’un hikâyeyi tümüyle insan odaklı yapması, filmin en iyi fikri. Ayrıca sanatçının Doğu ve de Türk uygarlığına şapka çıkarması dikkat çekiyor. Joshua küçük çocuklarına Binbir Gece Masalları’nı okuyor örneğin... Bunlardan biri ve içinde geçen anahtar sözcük Tangu, onların sanki parolası oluyor. Ve yıllar sonra yeniden gündeme geliyor.

Joshua’nın yeni adım attığı İstanbul’da duyduğu ilk ezan sesi için Ayşe’ye ‘Ne satıyor bunlar?’ diye soracak kadar dinimizden uzak olması, ama daha sonra özellikle Sultanahmet’i ziyaretinde duyduğu huşuyla toplumumuza inanç açısından da biraz yaklaşması, ayrıca ilginç. Çünkü her şey yaklaşarak, inceleyerek ve öğrenilerek sevilir elbette...

Crowe’un su bulmaktaki ustalığı, onu biraz da bir vizyoner yapıyor. Nitekim büyük oğul Arthur’u ararken onu rüyasında bir mabette görmesi de, sonra onu tepedeki kilisede bulmasına giden yolu açıyor. Bu öge de genelde filme sinmiş belli ölçüdeki mistisizmin bir başka örneği.

Geçmişe eğilirken, sadece acılar ve pişmanlıklarla yetinmeden,  uygarlıklarımızı karşı karşıya getirip bir noktada buluşturmak ve karşılıklı empatiyi ve diyalogu  önermek, belki bu ilginç filmin en güçlü yanı.

Görüntü ve müziğin de hakkını verdikten sonra, oyunculara değinmek de şart. Oscar’lı Crowe (Gladyatör- 2000) oyunculuğunu gittikçe geliştirdi. Hala koruduğu o naif, çocuksu ifadeyi artık sadece gözleriyle de oynayabilen bir olgunluğa ulaştırdı. Film boyunca onu her türlü ruh halinde izlemek bir şölen. Ukraynalı Olga Kurylenko ise güzelliğini iyi oyunculukla da destekleyen ve ‘Ayşe Kadın’da hiç yadırganmayan bir oyuncu. Film için Türkçe öğrenmesi kutlanacak bir şey: kolay dil mi bizimki? Gerçi filmdeki Türkçesi dublaja uğramış, ama bu onun çabasını küçültmez.

“Bizimkiler” ise bildiğimiz gibi. Yani gayet iyi ve inandırıcı. Yılmaz Erdoğan uzun zamandır bildiğimiz oyun gücünü Binbaşı Hasan’da zirveye çıkarıyor. Bakalım Avustralya Oscar’larında yardımcı oyuncu dalındaki  adaylığı nasıl sonuçlanacak!.. Deneyimli oyuncu Salih Kalyon da doktor İbrahim rolüne canlılık katıyor.

Cem Yılmaz ise komik röliyefli kişiliğini eldiven gibi üstüne geçiriyor. Ve hem güldürüp hem duygulandırmayı başarıyor. Av Mevsimi’ndeki türkü (Hayde) sahnesinden esinlendiği açık olan o Kuvayı Milliyeciler eğlencesindeki Mustafa Kemal’e kadeh kaldırma ve bu kez Hey Onbeşli türküsünü okuma sahnesi de kolay unutulmayacak.