SUSTURMA X X X
(The Silencing)/ Yönetmen: Robin Pront/ Senaryo: Micah Ranum/ Görüntü: Manuel Dacosse/ Müzik: Brooke Blair, Will Blair/ Oyuncular: NikolajCoster-Waldau, Annabelle Wallis, Hero Fiennes-Tiffin, Zahn McClarnon, Josh Cruddas, Caleb Ellsworth-Clark, Melanie Scorofano/ ABD-Kanada yapımı, 2020.
İşte çok beğendiğim Wind River- Kardaki İzler’den hemen sonra, onun atmosferine benzer bir havası olan bir diğer gerilim. Yine fonda karlı bir dekor; o çok bilinen ‘taşra kötücüllüğü’ teması; yer yer görsellikle altı çizilse de daha çok geri planda yansıyan bir şiddet... Ve, belki en önemlisi, finalde gerçek bir sürpriz. Hikâyede gizli o ‘film-noir/ kara-film’ atmosferini iyice ortaya koyan...
ABD’nin Minnesota eyaletinde geçse de aslında Kanada’da çekilmiş olan bu filmin ana kişiliği Rayburn Swanson. Eski bir avcı, şimdiyse eyaletteki av yasaklarını özenle uygulayan bir korucu, bir yasa adamı. Başlıca kusuru onulmaz bir alkolik olması. Bu da 5 yıl kadar önce kaçırılan ve kaybolan kızı nedeniyle başlamış.
Bu arada yöreye yeni bir şerif atanıyor. Yani Amerikan geleneklerine göre bir başkomiser. Özelliği bir kadın olması. Hem de güzel, kararlı, iradeli Alice. Onun baş kusuruysa kendisi değil, erkek kardeşi Brooks. Yolunu şaşırmış, uyuşturucuya dalmış ve yasaların ötesine geçmiş bir ezik genç adam.
Ve o sırada yeniden başlayan cinayetler. Hepsi birer gencecik kız olan kurbanlar. Ve Rayburn’da uyanan, bunların kendi kızının kaybı olayıyla benzer olduğu şüphesi.
Ve de tüm cinayetlerde kullanılan görülmemiş bir silah. Bir tür ok ya da mızrak. Yerel dilde ‘atlati’ diye isimlendirilen... Ve elle atılan, işini bilen ellerde ölümcüllüğü garanti bir silah... Evlere şenlik!...
Kısacası, bir vahşi doğa dekoru içine yerleştirilmiş bir gerilim öyküsü. Ve dediğim gibi, sonuç olarak ilginç bir türler buluşması; biraz western, biraz ‘suç ve ceza’ teması, biraz kara-film havası. Sinemada diyelim ki Frozen, True Detective, Most Dangerous Game gibi klasikleri akla getiren...
Belki kendi adıma tüm bu türleri sevdiğim için film bana hayli ilginç gözüktü. Yönetmen Robin Pront ilk filminde belli bir üslup tutturmuş, sağlam bir atmosfer yaratabilmiş. Ve yerel özellikleri hikâyeye çok iyi dâhil edebilmiş. Özellikle o talihsiz genç kızlardaki belli bir karışıklığa rağmen...
Başroldeki Nikolaj Coster-Waldau, meraklılarının pek sevdiği Game of Thrones dizisiyle ün yapmış. (Ben hiç izlemedim). Kendine özgü, içe dönük oyunuyla etkili olmayı bilen, yer yer bakışlarıyla konuşabilen bir sanatçı. Şerifteki Annabelle Wallis, kardeşi Brooks’daki Hero Fiennes-Tiffin de göz dolduruyorlar. Son dönemde sıkça olduğu gibi birkaç Kızılderili kökenli yan oyuncu da filme gerçeklik katıyor. Siyahilerin yanı sıra, son dönemde bu ırkın da çağdaş filmlere konuk edilmesi Amerika açısından toplumsal bir gelişme sayılmalı mı, bilmiyorum.
Tüm bunlara ilgi duyanlar Digiturk’de gösterilen bu filmi keyifle izleyebilir.