GİZLİ KUSUR X / (Inherent Vice) Yönetmen: Paul Thomas Anderson |
Sanki kara film türüne
kurulabilecek en acımasız tuzak...
Bu Anderson’larla yıldızım barışmıyor!..Geçmiştekileri severdim gerçi...İngiliz Özgür Sinema’sının öncülü Lindsay Anderson’a hep büyük sevgi-saygı duydum. Yine İngiliz Michael Anderson, tipik İngiliz filmlerle düzeyli büyük kitle filmlerini ayni başarıyla kotarmıştı..
Yeni dönem Anderson’larına gelince...Paul W. S. Anderson iddiasız bir gerilim-aksiyon yönetmeni. Brad Anderson, The Machinist- Makinist, Transsiberian- Sibirya Ekspresi , The Call- Acil Arama vb. ilginç filmlerden sonra TV dizilerine sıçramış gözüküyor.
Wes Anderson ise benim sanatıyla uyuşamadığım bir yönetmen. Amerikan yazar-yönetmeni Rushmore- Çılgın Liseliler’le başlayıp The Royal Tenenbaums, The Life Aquatic with Steve Zissou, The Darjeeling Limited, Moonrise Kingdom ve en son Büyük Budapeşte Oteli gibi filmleriyle hayli ün ve ödül kazandı. Ama ne yapayım ki tüm bu filmlerde hakim olan o çok kendine özgü mizahı bana uymadı!...
Ama galiba 2012’deki The Master- Usta’dan beri işler değişti. Ve o filme pek giremedim. Bu son filmiyse beni gerçekten isyan derecesinde itti ve içine katiyen almadı. Yapacak birşey yok!...
Belki asıl nedeni zaten ‘uyarlanamaz’ denen bir yazardan, Thomas Pynchon’dan kaynaklannası. Belki de Anderson sineması yazarla gereken uyumu sağlayamadı. Ve karşımıza bu garabet geldi.
Film hakında zalim olacağım: bence kara film denen çok sevdiğim türe kurulabilecek en acımasız tuzak bu...Birçok açıdan...Türün özellikle 1940’lardaki en ünlü filmlerinden çok şey alıp karıştırarak ve saatlerce kaynatarak, karşımıza yenilip içilmesi mümkün olmayan lezzetsiz bir çorba getirme çabası.
Veya sanki türün artık can çekişmekte olduğunu ve yenilemenin mümkün olmadığını düşünen bir yönetmenin, kendisine yakıştırdığı büyük yaratıcı sıfatıyla bu tükenişi kanıtlama girişimi. Ya da, daha basit biçimde, tatsız-tuzsuz bir dev şaka, zevksiz bir bulmaca...
Belki küçük bir hayran kitlesi edinmiş kırılgan bir yazarın düzyazı-şiir kırması metninin görselleştirilmesine belli bir hoşgörüyle yaklaşılabilirdi. Sinemanın bir misyonu da bu tür yazarları görselleştirerek kitleye açmak değil midir?
Ama sonunda bir tür mastürbasyona dönüşen ve kitleye ulaşma şansı hemen hiç olmayan bu serüven, yazara da hayır getirecek gibi durmuyor..
Ancak o kadar da kişisel bir serüven değil bu. Çünkü onca star veya iyi oyuncuyu biraraya getirmek ve de ‘anaakım’ gözüken iki buçuk saatlik bir film, bir tür polisiye-komedi kırması üstün-yapım kotarmak kolay mı?
Ama bırakalım bunu yapımcıları düşünsün. Ben kendi adıma bir sinema sevdalısı, meraklısı, hastası ve de yazarı olarak, filmin son yıllarda beni en çok iten, en çok nefret ettiğim ve adını hemen unutmak istediğim filmlerin başında geldiğini söylemeliyim. Gerçi her malın bir alıcısı vardır derler. Onlar buyursun ve tepe tepe kullansınlar...
BURGUNDY DÜKÜ X (The Duke of Burgundy) Yönetmen: Peter Strickland |
Lezbiyen ilişkiye sözüm ona entelektüel bakış
Eski İtalyan filmleri vardı: seksle dehşeti harman eden alabildiğine ucuz ve gözboyayıcı, ticari yapımlar. Bu film onları hatırlatıyor. Sight and Sound dergisininJess Franco’ya atıfta bulunması boşuna değil. Çünkü ‘üstad’ bu tür filmlerin atası diye anılır.
Hadi bunu hoşgörelim. Çünkü filmde gerçekten de kadın çamaşırları neredeyse giysiler kadar gözüküyor. Ama ya ‘perfumes: falanca’ bilgisine ne demeli?Oyuncuların hangi parfümlerini ‘seçen’ kişinin adını vermek neyin nesi? Biz salondan duyduk mu o kokuyu? Yoksa bu kimilerine göre çağdaş bir dahi olan yazar-yönetmeninin bir ironisi mi?
Neyse, anlaşıldığı kadarıyla bir Doğu Avrupa ülkesinde soylu bir kadınla hizmetçisi arasında geçen bu lezbiyen hikayesi, hayli tutarsız, şekilsiz, temelsiz ve de gereksiz. Ne dönemle, tarihin o belli anıyla ilişkili bir ipucu var. Ne kadınların sevişme ritüelinde herhangi bir estetik, bir parlak cila, bir çekicilik.
Sinemasal açıdan, bir dönemde bu tür konulara çok daha estetik biçimde yaklaşan Fransız filmleri (Emmanuelle serisi, O’nun Hikayesi, vb.) ya da sinema tarihinde sado-mazoşist ilişkilere ve onların ritüeline çok daha etkileyici biçimde yaklaşan filmler vardı: Paris’te Son Tango, 9 Buçuk Hafta, Sekreter, tüm Pasolini filmleri. Ya da benzer bir ilişkiyi erkekler dünyasında –ama tümüyle cinsellik yerine sınıfsallığı yerleştirerek- veren Joseph Losey başyapıtı The Servant- Uşak (ya da bizdeki adıyla Genç Hizmetçiler) gibi.
Buradaysa herşey yapay, çocukça ve özenti gözüküyor. Lezbiyenliğin yanısıra bir ikinci teması da ‘böcekler’ olan film, özendiği sanatsal ve estetik kılıfı birtürlü sırtlanamıyor sanki. Ve hiç birşey, özün boşluğunu saklayamıyor. Belki çok meraklısı ilgi duyabilir.
Not: Bugün haftanın hiç sevmediğim iki filmini birlikte vermeyi seçtim. Çünkü hep inanmışımdır: sevdiklerimiz kadar sevmediklerimiz de bizi belirler, bizi tanımlar. Bu iki filmin eleştirisi, birlikte, benim kişisel olarak sinemada sevmediğim ve karşı çıktığım tavırların bir özeti gibi sanki.
Ayrıca da bu filmlerin hem dışarda, hem bizde belli sevenleri, hatta ateşli savunucuları var. Hem haftasonu yazıları ve tablolarında, hem de sinema-sanat dergilerinde göreceksiniz. Ben onlara rağmen kişisel beğenimi koruyarak ve görüşlerimi savunarak, bir tür mini-manifesto sunduğumu düşünüyorum.
Ve yarın çok daha sevip savunduğum iki filmde, Peşimdeki Şeytan ve Koro’da, Pazar günüyse bir terslik olmazsa yeni Ata Demirer filmi Niyazi Gül Dörtnala’da buluşmak üzere...