CANNES
Cannes- Altın Palmiye için yarışma hızlandı. Yunan filmi İstakoz, önceki iki filmiyle büyük ilgi çeken Yorgos Lanthimos’un son filmi., Festival yönetiminin basını daha çok öncesinden “Anlamakta zorluk çekebilirsiniz” diye uyardığı film, bilinmeyen bir gelecekte son derece katı yaşam, cinsellik ve aşk kuralları olan bir toplumun öyküsünü anlatıyor. Mutlaka bir ruh eşi bulup evlenmek zorunda olan bekarlar, 45 gün için çok lüks bir otele yollanıyorlar. Bu sürede partöner bulamadıklar taktirde, bir hayvana dönüşmek zorundalar: kendi istedikleri türde bir hayvana!... Ayrıca bu şiddet toplumunda yalnız ve uyumsuz insanların organize bir avla öldürülmesi de sıradan bir olay. Yönetmenin geçmişte bilim-kurgu ve onun daha karanlık bir yan türü olan ‘distopya’ baş yapıtlarından esinlendiği açık. Ama aşırı entelektüel bir tavrı olan ve seyirci ile arasına büyük mesafe koyan film, çok parlak kadrosuna ve sağlam görselliğine karşın gerçekten ilginç olmakta zorlanıyor. Ama bir biçimde ödül listesine sızabilir.
Amerikan bağımsızı ve festivalin gediklisi Gus Van Sant’ın Ağaç Denizi de seyircileri böldü. Gizemli bir Amerikalının ani bir kararla Japonya’ya gitmesine ve orda dağ başında, hayattan bıkanların bu ülkede adet olduğu üzere doğayla baş başa kalarak intihar etmek için seçtikleri bir ormanda kendi akibetini hazırlamasını izliyoruz. Tam o sırada aynı amaçla gelmiş bir Japonla karşılaşan kahramanımız kendisini ikisinin de özel hayatlarının, din ve doğayla ilişkilerinin, inanç ve inançsızlıklarının söz konusu olduğu müthiş bir maceranın içerinde buluyor.
Film Van Sant’den beklenmedik derecede mistik ve manevi ögeler içeriyor. Bu açıdan bir başka Amerikalının, Terrence Malick’in son dönem filmlerini akla getiriyor. Ama ben kendi açımdan Malick mistisizminden çok daha inandırıcı ve etkileyici buldum. Oscar’lı Matthew McConaughey, Naomi Watts ve Ken Watanabe’nın oyunları da son derece başarılı.
Bir diğer yarışma filmi de Nanni Moretti’nin Annem adlı son eseri. Bir kadın yönetmen işçi ve emekçi hakları üzerine son filmini çekerken, bir yandan hastanede ve ölüm döşeğinde yatan annesiyle, öte yandan ayrı yaşamaya karar verdiği eşiyle ilişkilerini düzenlemek zorundadır. Üstelik filmin baş rolu için ABD’den gelen ünlü bir oyuncu da sette sürekli olay çıkarmaktadır: hem kırık dökük İtalyancasını hatırlamaya çalışırken, hem de repliklerini ezberleyemediği için çekimleri sürekli aksatırken…
Yarışmaya şimdilik en güçlü damgayı vuran film ise Macar sanatçı Laszlo Nemes’in Saul’un Oğlu oldu, Şaşırtıcı bir olgunlukla çekilmiş bu ilk filmde Nemes bize 1944 yılında, Nazilerin en ünlü ölüm kampı olan Auschwitz’de geçen bir öyküyü anlayıyor. Kahramanımız Kapo denen Nazi sorumlularının emrinde çalışan ve Yahudilerin toplu halde gaz odalarına gönderilmesi veya kuyulara atılması işlerini düzenlemede görev alan yöre halkından biri. Yapay bir duygusuzlukla bu ölümcül öyküdeki görevini yerine getirirken, birden nasılsa ölümden sıyrılmış genç bir çocuğun bedeniyle karşılaşıyor. Ve o andan itibaren, onu oğlu kabul ederek yakılmaktan veya otopsi bıçaklarına kurban olmaktan kurtarıp toprağa vermek istiyor. Bunun için gerekli asgari Yahudi din kurallarını yenine getirerek…
Film soykırım üzerine yapılagelmiş filmlerin belki en etkileyicisi. Ölümü, kıyımı, korkuyu, dehşeti ve acımasızlığı, steady-cam bir kameranın son derece hareketli görüntüleri ile karşınızda buluyorsunuz. O dayanılmaz ölüm ve kıyım sahneleri ise görsellikten çok, fonda film boyunca sürekli uğuldayan çığlık, yalvarış, feryat sesleriyle veriliyor: sanki dayanılmaz bir ölüm ve dehşet senfonisi gibi… Bu seyredilmesi zor, ama önemli filmin de ödüllerde mutlaka yeri olacak.