Atilla Dorsay

26 Nisan 2015

Çanakkale, Ermeniler, Russell Crowe...Ve Karadeniz kalkanı...

Ermeniler için insanlık adına ve evrensel bir anma olayının gerçekleştirileceği 24 Nisan gününde, biz ne yaptık?

Ne yoğun bir hafta geçirdik!... Ne kadar çok anlık izlenim, düşünmeye çağıran olay, tartışma konuları edindik...Bunlardan birkaçına kendimce değinmek istiyorum.

Hayli beceriksiz ve anlamsız bir kararla, tüm dünyanın Ermeni olayını (ister soykırım, ister büyük trajedi, isterseniz ilk savaşın yarattığı facialardan biri deyin, fark etmez) insanlık adına ve evrensel biçimde anma olayını gerçekleştireceği, bunun önlenemez bir şey olduğu ve zaten topraklarımızda geçmiş olayı bizim de yeterince anmamızın tarih bilgisi, insan sevgisi ve siyasal ustalık açılarından son derece gerektiği 24 Nisan gününde, biz ne yaptık?

Bir yandan akıllıca davrandık. Bu günü, 100. yıldönümünde ilk kez üst düzeyde andık; bir kılise töreniyle, aralarında Cumhurbaşkanımızın mesajı da bulunan resmi üzüntü ve saygı sözleriyle, Ermenilerin yasına içtenlikle katıldığımızı göstererek...

Ama öte yandan, bir diğer önemli anmayı, Çanakale savaşlarının 100. yılını anmayı da getirip aynı güne koyduk. Olsa herkesin belirtip yazdığı gibi, bizim resmi Çanakkale anma günümüz 18 Mart idi. Ve 24 Nisan tarihi bu savaşta önemli bir gün değildi.

Böylece Ermenistan liderine yarı alaycı, yarı acılı biçimde “komşuda yas varken eğlence düzenlenmez” diye özetlenebilecek laflar etme fırsatını verdik. İyi mi oldu? Oysa bu iki olay ayrı günlerde anılsaydı, herkes için çok daha iyi olurdu. Özellikle de ‘değerli yalnızlık’a doğru hızla yuvarlanmakta olan Türkiye’miz için... Öyle değil mi?

 

Russell Crowe ve Son Umut

 

Üstelik Çanakkale konusunda apayrı ve sürpriz bir şansımız olmuş, Avustralyalı dünyaca ünlü oyuncu Russell Crowe, ilk yönetmenlik denemesi olan Son Umut filmini Gelibolu savaşına ve sonrasına ayırdığı gibi, tam da bu yıla denk getirmişti. Bu elbette raslantı değildi, Crowe da filminin olası başarısı için bu çakışmayı özenle hazırlamıştı. Ama bizim bundan yarar sağlamamız da en doğal hakkımız değil miydi?

Film gerçi bizde ve Avustralya’da dört ay kadar önce oynadı ve güncelliğini yitirdi. Ama tüm dünyada daha yeni gösterime giriyor. Ve hakkında yazılıp çiziliyor. Örneğin Paris Match aktüalite dergisi, onunla tam sayfa bir söyleşi yaptı. Türkiye’yi hep ilgi duyduğu bilinen derginin filmi sevdiği de anlaşılan yazarı Crowe’a “niçin olayları Türkler’in gözünden anlatmayı seçtiniz?” diye soruyor. O da özetle, buradayken söylediklerine paralel biçimde, “Türkler’in ülkeleri işgâl  edilmiş bir halk olarak haklı bir savaş yürüttüklerini, o bakımdan onların açısından bakmanın son derece gerekli olduğunu” savunuyor.

 

Yaşlı Anzak’ın içburucu sözleri

 

Ve ben, tüm bir güne yakın süren Çanakkale anma törenlerini NTV veya CNN Türk’den izlerken, Avustralyalı tarihçi Jonathan King’in bir süre önce olayın tanıkları olan son 10 Anzak’la yaptığı konuşmaları içeren kitabına kulak veriyorum. Biri şöyle demiş:

Biz orada yüz bin Türk’ün öldürülmesine katkıda bulunduk. Öldürmeye geldiğimiz Türkler, bize dostluk gösterdiler, kucak açtılar. Olayın yıldönümlerinde geldiğimizde, hep dostlukla, sevgiyle karşılandık. O savaşa bir kez daha katılsaydım, Türkler’in yanında savaşırdım.”

Ben yaşlı adamın ölümünden hemen önce çekilmiş söyleşisinde verdiği bu mesajı dinlerken, gözlerim doldu. Sizi bilemem!...

 

Yıllar sonra buluşan gazi çocukları

 

Anma törenlerinde yine ekrandan yansıyan bir olay. Savaşın son gazilerinden Turgut Kaçmaz ve hemşire Felicity Tagney’in çocukları, ilk kez bu törende karşılaşıp tanışmışlar. Ve 25 Nisan sabahı Şafak Ayini’nde birlikte dua etmişler.

Ne görkemli bir buluşma, savaş denen en büyük felaketten doğan nasıl eşsiz bir dostluk... Sadece iki insan değil, iki halk arasında da... Hem de birbirlerinden öylesine uzaklarda yaşayan iki halk.

Bir Avustralyalı’nın dediği gibi “Avustralya’yı biz keşfetmedik. Gelibolu’da Anzaklar keşfetti.” Elbette bu savaşın onlara ilk kez getirdiği ulusal bilinci, Avustralyalı olma bilincini kast ediyor...

 

Son Umut’a değişik bakışlar

 

Öte yandan, Crowe’un filmi muhtelif eleştiriler alıyor. Kimileri olumsuz olabilir. Öneğin ünlü NewYork Times’ınki. Ama yazarın adına bakıyorsunuz: Manohla Dargis. Olasılıkla Yunan kökenli bir yazar..Kuşku duymaz mısınız?

Ama övgüler de yağmur gibi. imdb’den naklen birkaç örnek vermek istiyorum: 

Özellikle finalle birlikte yönetmen, bizi bir büyük evrensel sorunla başbaşa bırakıyor. Hala süregelen bir sorun... Büyük ve küçük tarih arasında, Crowe akıcı bir film imzalamış. Ve bu zor projeden tüm onuruyla çıkmış”- Cinopsis, Fransa.

 “Film bir yanıyla son derece duygusal. Ağır bir dram taşıyan öyküyü en yumuşak biçimde sunuyor. Ve kalbimize işliyor”- Pasha İvanov- Avustralya

Crowe’un hikayesiyle kurduğu bağ, beklenenden daha ötelere gidiyor. Anlattığı öyküye son derece inanmış. Ve bunun için çeşitli riskler almış. Hem kendisi, hem de bizler için ne şans!”-  Agnes Wolf Murray- İngiltere.

 

Müthiş bir baba-oğul ilişkisi

 

Hikaye Crowe’a aktör olarak en büyük kozunu bir kez daha kullanma fırsatı getiriyor: yorulmak bilmez bir sebat, tam bir kararlılık... Başladığı işin sonuna dek giden, karısına ölüm döşeğinde verdiği söz gereği çok uzak bir ülkede kalmış çocuklarıyla ne yapıp edip buluşmaya çalışan bir adam. Onun kişisel öyküsü, araya giren ve Ortadoğu fantezilerini yansıtan 1001 Gece Masalları, işlenen sert hayat ve tarih gerçeğiyle acı biçimde çelişiyor. Hikaâyede hep arka planda duran o baba-oğul ilişkisi, filmin en içburucu yanını oluşturuyor”- Brian Orndorf- ABD.

Ve tüm bunların dışında, yine imdb’de yayınlanan bir söyleşideki sözlerinden biri: “Türkiye inanılmaz bir ülke. Öylesine güzel, öylesine tarihin içine kök salmış ki... Karadeniz’de Kalkan yemekse müthiş bir damak zevki”. (Bu arada kalkana, hem de büyük harfle Kalkan dediğini ekleyeyim!). 

İşte artık dışarda böyle dostlarımız da var, haberiniz olsun!...