Atilla Dorsay

10 Şubat 2015

Berlin'de hem alkışlanıp hem yuhalanan sanatçı

Terrence Malick’i sevmek ya da sevmemek...Hatta nefret etmek!

Terrence Malick’i sevmek ya da sevmemek...Hatta nefret etmek ...Büyük seyici kitlelelerinin umuru olmayabilir, ama son  yıllarda has sinemaseverleri uğraştıran en önemli tartışmalardan biri değil mi bu?

Kendi adıma onun ilk dönemini çok sevdim. Kitaplarımdaki eleştirilerim tanıktır: Cennet Günleri’nen başlayarak İnce Kırmızı Çizgi’den geçip Yeni Dünya’ya ulaşan, herbiri 7-8 yıllık bir sürede olgunlaşıp gerçekleşmiş o filmlerin, çağın en özgün yaratıcılarından birine ait olduğunu hep söylemiştim.

Ama Hayat Ağacı’yla başlayarak bu bakışım değişti. Hem de filmin o yıl Cannes’da aldığı Altın Palmiye’ye karşın...Bu uzun, ağır, alabildiğine mistik, ukala ve çözülmez filmle sanatçının bir tür ‘çıldırmaya’ başladığını ve nasılsa çıktığı o yüksek fildişi kulelerden sözümona yaşamın ve varoluşumuzun esrarını çözmeye çalışırken, biraz gülünç olduğunu düşündüm. Yanıbaşına bir tür mistik inancı da alarak, ama sanki tek Tanrı’lı dinlerden daha öncesini, diğer adıyla paganizm’i  temel alarak...

Sonraki filmi To the Wonder da bu  görüşümü değiştirmedi. Ve kendi adıma Malick’i deyim yerindeyse ‘defterden sildim!’...Ancak Berlin’de yeni filmi Knight of Cups- Kupalar Şövalyesi’ni izlerken (bu ad, tarot oyununun kartlarından biri) belki bu yargılarımı biraz elden geçirme gereği duydum.      

Aslında film hemen öncekilerin yolundan gidiyor. California’ın sıcak iklimine, uçsuz-bucaksız uzanan sahillerdeki plaj evlerine ve konforlu bir yaşama tanıklık eden görüntüler önünde, Hollywood sanatçısı Rick’i tanıyoruz. Babasıyla anılar boyu canlanan geçmiş ilişkileri, hayatına giren sayısız kadın, hiç bitmeyen bir mutluluk arayışı.

Yine görkemli doğa, manzara ve insan yüzü görüntülerini özgün biçimde harman ederek şiirsel ve mistik bir dünya yaratma çabası. Dram sanatının yüzyıllar boyu özenle oluşturulmuş inceliklerini adeta tümüyle yokederek, karakter yaratmayı ve belirli bir hikaye anlatmayı yadsıyor. Çok sık olmayan konuşmalar, gerçek ve gündelik hayattan alınmış ‘gerçek’ konuşmalarla ilgisi olmayan şiirsel, kapalı ve simgesel sözler.. Malick’in bu yeni döneminde, sonuç olarak görüntüler de, diyaloglar veya bol bol kullanılan monologlar da belli bir şiir  ve gizem dünyası yaratmaya yöneliyor.

Öte yandan, sanatçının sineması gitgide gelişen  zengin görselliğiyle sanki Fellini’yi hatırlatıyor. Ama Fellini’nin ne kadar çılgınlaşsa da bir tür Latin (İtalyan) gerçekçiliğiyle bağını hiç kesmeden, mizahı da boşlamadan sonunda hayata tanıklık etme işlevi burada yok. Christian Bale, Cate Blanchette, Natalie Portman gibi ünlü oyuncularını ise çok farklı biçimde kullanmayı başarıyor.

Tüm bunlara karşn, artık bir Malick uslubu ve sinema anlayışı kesinlikle beliriyor. Sevmesek de, onaylamasak da, bu kendine özgü sanatçının belli ve çok özel bir kişiliği var. Yine Berlin’e gelmedi ve basınınn karşısına çıkmadı. Bu işi oyuncuları yüklendi. (Ve aslında geldiği, ama yine ortalara çıkmadığı söylentileri de yayıldı). Bakalım, başında –Pi’den Çeşme’ye ve Siyah Kuğu’ya- sineması zaman zaman Malick’e benzeyen Darren Aronowski gibi bir dehanın bulunduğu büyük jüri, filmi alkışlara karışan yuha sesleriyle karşılanan sanatçıyı nasıl değerlendirecek, göreceğiz.