Atilla Dorsay

06 Şubat 2015

ABD’de ırk sorununun dönüm noktası, bizim için de sayısız ders içeriyor

Film bu haliyle Hollywood’un son yıllarda ırk sorunu üzerine yaptığı en iyi filmlerden biri, hatta birincisi bence..

ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜ (Selma)   X  X  X  X  X  

Yönetmen:  Ava Duvernay
Senaryo: Paul Webb
Görüntü: Bradford Young
Oyuncular: Oyuncular: David Oyelowo, Carmen Ejogo, Tom Wilkinson, Oprah Winfrey, Giovanni Ribisi, Tim Roth, Andre Holland, Martin Sheen, Dylan Baker, Cuba Gooding Jr, Alessandro Nivola, Nigel Thatch/ Amerikan filmi

 

Selma geliyor ve Amerikan sinemasının ‘zenci sorunu’ üzerine yapageldiği filmlerin hemen ön saflarındaki yerini alıyor. Ayni biçimde, siyasal sinemanın zirveleri arasında da...

Bu hayli mütevazi görünüşlü filmin aslında büyük bir proje olduğu kesin...Kalabalık yapımcı kadrosu içinde ABD medyasının taçsız kıraliçesi Oprah Winfrey’den (yapımcı + oyuncu) Brad Pitt’e ünlü adlar ve ortak şirketler arasında da Fransa’nın çok eski ve saygın Pathe firmasının varlığı, bunun kanıtları.

Film ABD’deki ırk sorununun ünlü lideri, papazlık ve vaizlikten gelen Dr. Martin Luther King’in 1965 yılındaki üç ayını anlatıyor. John Kennedy’nin öldürülmesi üzerine başkanlığı devralan yardımcısı Lyndon B. Johnson, sonraki seçimde halkın oyuyla yerini sağlamlaştırmıştır. ABD’nin ırk savaşlarıyla çalkalandığı yıllardır ve daha önce Anayasa’da yer almasına karşın, özellikle Güney eyaletlerindeki siyahiler oy verememekte, yerel memurlarca engellenmektedir.

Martin Luther, bu temel soruna karşı herzamanki barışçı tavrıyla çaba göstermektedir. Daha sert yöntemleri seçen militan Malcolm X’in aksine...İki önder filmin bir sahnesinde buluşup tartışırlar. Ama bir süre sonra Malcolm bir suikastte öldürülür. Zaten bilindiği gibi, King de 1968 yılında, ayni biçimde ölecektir.

Çünkü, hep biliriz ama bir kez daha hatırlayalım: ABD bir şiddet toplumudur ve tarihinin içinden süzülüp gelen bu ‘western şiddeti’ her dönemde belirir. Belki onun içindir ki sonunda anayasaları en çağdaş biçimde yazılmış ve tüm insan hakları, rejim tarafından en keskin biçimde güvence altına alınmıştır. Akan onca kandan ve verilen onca savaşımdan sonra...

Mücadelenin çeşitl aşamalarından sonra gelip, Alabama’nın Selma kasabasından Montgomery’ye doğru yapılan tarihsel yürüyüşte odaklanan filmin temel özelliği, içerdiği belgesel tad. Herşey olduğu gibi, en yalın biçimde gösteriliyor. Tam doruk noktasında filme katılan siyah-beyaz bir haber filmi, bu izlenimi perçinliyor.

Ama bu yalınlık, asıl eylem başladığında yaratılan uslubu çok daha etkili kılıyor. Çünkü birden büyük dram başlıyor: dev bir ülkenin kendi halkının  bir bölümüne karşı amansızca saldırması ve insan haklarının, giderek hayatının zalimce çiğnenmesi. Burada artık yavaşlatılmış görüntülerden sisli sahnelere, Potemkin gibi kalabalıkta yakalanmış yakın insan yüzlerine, sinemanın birçok ögesi ustaca devreye giriyor. Ve finale dek yakamızı bırakmıyor.

Bu önemli film, bizim seyircimiz için ayrıca ilginç olmalı. Çünkü film Amerikan sistemi içinde, ‘dünyanın en güçü adamı’ denen başkanın bile o derece güçlü olmadığını gösteriyor. Aslında Kennedy’nin tersine tutucu bir siyasetçi olan, ama geleceği sezmede usta başkan Johnson, bir yandan Alabama valisinden bakanlara, öte yandan kamuoyuna ve onu temsil eden basına karşı ürkek davranıyor ve kendisine sürekli ortaklar arıyor: sorumluluğu paylaşacağı...Çağdaş dünyada artık ‘mutlak güç’ yoktur ve her güç belli ölçüde paylaşılmalıdır. Ne yaşamsal bir ders!...

Nitekim olayların tüm ülkeye yayılması ve sağduluyu beyazların da zencilerin yanında yer alması, filmde New York Times’ın acar muhabiri ve birkaç kamerayla simgelenen medya sayesinde oluyor.

Film görkemli bir oyunculuğa dayanıyor. Martin King çiftinin David Oyelowo ve Carmen Ejogo tarafından canlandırılması çabasının Oscar’a aday olmaması şaşırtıcı. İngiliz Tom Wilkinson’un başkan Johnson’u, Oprah Winfrey’in Annie Cooper’i akıllarımıza çakılıyor. Ayrıca Tim Roth’dan Giovanni Ribisi’ye, Cuba Gooding’den Martin Sheen’e konuk oyunculuklar da görkemli.

Film bu haliyle Hollywood’un son yıllarda ırk sorunu üzerine yaptığı en iyi filmlerden biri, hatta birincisi bence... Özellikle geçen yıl en iyi film Oscar’ını kapan 12 Yıllık Esaret’den her açıdan çok daha iyi. Bu konuda, asıl Oscar bu filmin hakkı. Ama üstüste ayni tema üzerine filmi seçmeyecekleri de hemen hemen kesin. Bu da bu film için gerçek bir talihsizlik.

Böylece bu önemli film, görece olarak yavaşlığına karşın bir noktadan itibaren sanki coşuyor ve seyircisini avucunun içine alıyor. Anlatılanlarsa birçok ülkedeki ırk ve azınlık sorunlarını akla getiriyor. Hatta, daha temel biçimde, iktidar paylaşımı ve kuvvvetler ayrımı sorunlarını da...Bu açıdan, biraz siyasal bilinç sahibi bir seyirciye çok daha ilginç geleceğini sanıyorum.