Başımı dinlemek için odama çekildiğimde kalabalığa karışmak istiyorum birden. Kalabalığa karıştığımda ise bir an önce başımı dinlemek. Sanırım ben Baudelaire’in anlattığı “şair” ruhum. Bir metronom gibiyim. Gündelik hayatın rutinlerinin dışında olmak ama bir yandan da hepsine sıkı sıkıya bağlı olmak istiyorum. Umutluyken umutsuz, umutsuzken umutluyum. Belki de bundan “ben nerede değilsem orada mutlu olacakmışım” gibi gelir. Sokaklarında kimsenin seni tanımadığı kocama bir şehir mi daha mutlu eder beni yoksa her köşe başını birileriyle selamlaşarak, iki çift laf ederek döndüğüm sahil kasabası mı?
Ayvalık’ta...
Nahide ile dün tanıştım, bugün 3 kere karşılaşıp sohbet ettik, artık samimiyiz. Çay bahçesinde önümde oturan kadın Migros'ta kasada duruyor, saçlarını yeni kestirmişti, benden fikir aldı. Pazarda yanımdan geçen teyze dün Cunda'daydı, şu genç kız da waffle'cıda. Bana da lavanta alırsın diyen Dilek Hanım'la 5 güne 3 kahve, 1 yemek, 5 ayaküstü konuşma sığdırdık. Seramikçideki teyze de kızımla arkadaş artık. Anahtarcıyı bugün kahve içerken gördüm yanında zabıta müdürü oturuyordu. Şehir Klübü'nde gördüğüm kadını akşamüstü karşımızdaki gümüş dükkanında çalışırken gördüm artık onunda kim olduğunu çözdüm. İzvinya'daki Tarçın'ı sabah Çifte Çeşme sokakta gördüm. Ece ile neredeyse telefonda sözleşmeye çalışırken karşılaştık. Sürekli de birilerinden beni bir yerlerde gördüklerini duyuyorum. "Gündüz denizde değil miydin sen?" "Sabah sahilde yürürken yanında sarışın biri vardı galiba." "Çamlık yolunda araba kullanıyordun, görmedin bugün bizi, el salladık." Ama bende aynı oldum işte. Mesela sokaktan aşağı torbalar taşıyan adam yukarıdaki Atölye Kafe'de değil miydi dün ve şimdi de karşıdaki pastanede oturuyor. Velhasıl küçük yerin tanışıklığı başka şeymiş. Ayvalık'ta gündelik hayatın içinde birkaç gün buranın perdesini aralamama yetti, çok keyifli ama yarın şehrin kalabalığında kaybolmaya hazırım. Aaa, bir dakika, dün akşam selamlaştığım ve ardından yemekte yanlarına iliştiğim arkadaşlarım değil mi şu restorandakiler, dur ben gidip bir merhaba diyeyim. Yarın nasılsa sokaklarında tanınmadan dolaşacağım şehirdeyim.
Ve İstanbul’da...
Önümde bir minibüs durdu, camını açtı ve daracık sokakta kendini kolayca duyurabileceğimden emin, marketin çırağına seslendi. “Bana bir yumurtalı sarsana”. Arkada bir konvoy oldu, kornalar çalıyor, ilerleyemedikçe içimden sorumlunun ben olmadığım geçiyor ama aynı zamanda yumurtalı ekmek isteyen şoförü savunmak istiyorum. Sandviç teslim edildi, şoför beğenmedi, “şunu bir değiştir can, ekmeğin ortasını severim”. Baget ekmek kesiliyor solda. Kenarları atılıyor, biz bekliyoruz. Rilke “Acele etmemek gerekir, mana ve tat toplamalı, bütün ve mümkünse uzun bir hayat boyunca ve sonra en sonunda belki iyi olan on satır yazılabilir” derdi. Mana ve tat toplamak için sokağa bakıyorum. Bir kedi, yıkık dökük iki apartman, sabah ışıklarıyla sönmüş 5 neon tabela, elektrik direklerine yapıştırılıp sökülmüş posterler. Rilke; mana belki ama tat zor bu ara sokakta. İlerliyoruz ama öndeki şoför bu sefer kıraathanenin önünde durdu. Çay ve su lazım sandviçe, tahmin etmiştim. Yine bekliyoruz, şoförün gerginlik yönetimine hayran kalıyorum. Bir şey olmamış gibi davranıyor zira olmadı. Acaba hangi noktada benim toplantıya yetişebilmem şoförün yumurtalı sandviçinden daha önemli olmalı? Tüm bunları düşünürken bir sonraki vapura yetişiyorum. Sahi bu olanlar, niye oldular diye düşünürken bir kadın vapur gişesine sesleniyor. “5 dakika bekletir misiniz vapuru, bir arkadaş yolda”. Vapura yetişince de içinde yüzemediğim denizleri özlüyorum. Ama belki vapurda bir tanıdıkla karşılaşırım, olmaz mı dersiniz?
Aklım karışmaya, ruhumsa her yere ait olmaya devam edecek. Yolculuklara devam etmeli.