Alper Görmüş

16 Temmuz 2013

Muhafazakârlar da gazete değil 'mücadele bülteni' istiyor

Kutuplaşmış toplumlarda, kutuplardan her biri sadece yekdiğerini zayıflatacak “hakikat”lerle ve "kuşku"larla ilgilidir...

 

Kutuplaşmış toplumlarda, kutuplardan her biri sadece yekdiğerini zayıflatacak “hakikat”lerle ve “kuşku”larla ilgilidir.  “Bizim taraf”ın canını sıkma istidadı taşıyan hakikatler ya da kuşkular yaygınlaşmamalıdır! Kol kırılsa bile “yen”in içinde kalmalıdır!

Eğer gazeteciler kendilerini bu toplumsal ruh halinin yarattığı akıntıya bırakırlar, akıntıya karşı koyma cesaretini gösteremezlerse... O zaman ürettikleri şey “gazete” değil “mücadele bülteni” olacaktır. 

Ayşe Arman'ın “Gezi Parkı tanıklıkları”nda bu defa polislere mikrofon tutmasına (Hürriyet, 14 Temmuz) gösterilen ölçüsüz tepki bir kez daha gösterdi ki: Kimse, hakikatin bütün boyutlarının bilgisine ulaşmak niyetinde değildir; kimse o bilgi üzerinden bir tartışma yürütmek niyetinde değildir; kimse o tartışma üzerinden “toplumsal iyi”yi aramak  niyetinde değildir.

Ayşe Arman önce Twitter'da çarmıha gerildi; suçu polisleri kamuoyuna “mazlum” olarak göstermekti...

Ertesi gün, Gezi sürecinde hükümet yanlısı basının en “parlak” performanslarından birkaçını sergilemiş olan Takvim gazetesi  manşetten giydirdi “Ayşe Armanpour”a... Gazeteye göre Arman, polisleri “zalim” göstermek için kotarmıştı röportajını. (Hatırlayanlar olacaktır: Takvim, CNN International'den Christiane Amanpour'la hayali bir söyleşi yapmış, ona CNN'in Türkiye yayınlarını “para ve tehdit” karşılığında gerçekleştirdiklerini itiraf ettirmişti!)

 

Taksim dayanışması tartışmasında hükümet yanlısı basın

 

Taksim Dayanışması'nın, Taksim Yayalaştırma Projesi'nin 6 Haziran'da mahkeme kararıyla iptal edildiğini bu tarihten bir süre sonra öğrendiği halde bunu kamuoyundan “gizlediği” yönündeki iddiaları dile getirip Dayanışma'ya “çıplak sorular” sormamı izleyen “infial”, hepimizin malumu...

İşin bu yanını epeyce tartıştık (küfürbazlar hariç, tartışmaya katılan herkese teşekkürler). Bu yazıda ise bu meselenin iktidara yakın muhafazakâr medyadaki alımlanışını ele almak, bu ilginç örnek ve başka örnekler üzerinden madalyonun öteki yüzünde de durumun farklı olmadığını göstermek istiyorum...

Ardından, önce bu tablonun, giriş paragrafında imâ ettiğim gibi “aşırı kutuplaşmış toplum”lara has bir tablo olduğunu anlatmaya çalışacak, bilahare de böyle bir tabloda gazeteci pozisyonunun nasıl olması gerektiğine dair düşüncelerimi sizlerle paylaşacağım.

 

Taksim Dayanışması kısmını sevdiler ama...

 

Biliyorsunuz, konuya dair ilk yazımda Dayanışma'nın yanı sıra hükümete ve mahkemeye de sorular soruyor, 6 Haziran'daki iptal kararının kamuoyu bilgisi haline gelmesi için tam bir ay geçmesinde onların sorumluluğuna da dikkat çekiyordum.

Muhafazakâr medya, çok ilginç bir biçimde benim sadece Dayanışma'ya sorduğum sorular üzerinde yoğunlaştı, yazımın hükümete ve mahkemeye dair bölümüyle hiç ilgilenmedi. İkinci yazıda, işin bu yanını özellikle vurguladığım ve meslektaşları meseleyi deşmeye davet ettiğim halde durum değişmedi.

Oysa mesele, hükümet ve mahkeme açısından da vahim bir durum arz ediyordu. İkinci yazıdan kısa bir alıntıyla hatırlatayım:

“Bana saydırmaya devam edin, fakat lütfen enerjinizin bir bölümünü de hükümeti ve mahkemeyi bu tuhaf durumu açıklamaya zorlayın. Dediğim gibi, benim aklım, hükümetin 6 Haziran'daki karardan haberdar olmamasını almıyor.

“Aynı şekilde, mahkemenin neden bir gecede yazabileceği bir gerekçe için bir ay beklemesini de hiçbir biçimde izah edemiyorum. Meslektaşlarımızı orada da meraklı olmaya, kuşku duymaya ve soru sormaya davet ediyorum.”

Hükümete yakın medyanın, üç boyutlu bir bilmecenin (Hükümet, Mahkeme, Taksim Dayanışması) sadece Taksim Dayanışması faslıyla ilgilenip ilk iki faslı görmezden gelmesi, ilk iki yazıda tanımlamaya çalıştığım aynı “kutup duygusu”ndan kaynaklanıyor: Kuşku duymak ama bizim tarafın canını sıkmayacak tarzda kuşku duymak... Hakikatin peşinde koşmak ama sadece bizim işimize yarayacak bölümünün peşinde koşmak...

 

Parantez: 6 ve 7 Haziran'ı nasıl geçirmiştik?

 

Tam burada bir parantez açmak, meselenin mahkeme açısından (da) ne kadar vahim bir manzara arz ettiğini bir kez daha vurgulamak için, ilk iki yazıda değinmediğim bir “arka plan” bilgisini sizlerle paylaşmak istiyorum:

Mahkemenin, Taksim Yayalaştırma Projesi'ni 6 Haziran perşembe günü iptal ettiğini artık biliyoruz... O gün, ilginç bir gün... O günü 7 Haziran'a bağlayan gece, saat 00:03'te Başbakan Erdoğan Fas'tan İstanbul'a dönmüş, havaalanında kendisini binlerce insan karşılamıştı.

Ertesi gün, 7 Haziran'da ise Erdoğan Ankara'ya gitti ve havaalanından merkeze ulaşana kadar bir dizi mitingde konuştu... Aynı saatlerde İstanbul ve Ankara'nın merkezlerinde Erdoğan karşıtı mitingler ve yürüyüşler gerçekleştiriliyordu... Ülke tam anlamıyla bölünmüş görünüyordu, sanki bir eşik aşılmıştı.

Çok tuhaf değil mi: 6 ve 7 Haziran'ı televizyonda izleyen mahkeme üyeleri, bütün bu hercümerci önemli ölçüde izale edecek kararlarına bir gerekçe yazıp imzalamıyorlar, bunun için tam bir ay bekliyorlar ve bu arada memleket yanmaya devam ediyor.

Çok tuhaf, çok!

Fakat memleket medyasının bu işi kurcalamaması da, kabul edin, en az o kadar tuhaf!

 

Eski ve yeni merkez medyalar...

 

Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara iyice yerleşmesinden sonra, eski merkez medyanın yanı sıra ona paralel “yeni” bir merkez medyamız daha oldu.

Ben, esas olarak “devlet”le uyum içinde olan ve bu nedenle hükümetleri fazla takmayan eski merkez medyanın işinin; esas olarak “hükümet”le uyum içinde olan ve”devlet”i fazla takmayan yeni merkez medyadan daha kolay olduğu kanaatindeyim...

Bu düşüncemi temellendirmek amacıyla, 2011'de kaleme aldığım “Paralel merkez medyanın 'partner' sorunu” başlıklı yazıda (o zamanlar “yeni” merkez medya yerine “paralel” merkez medyayı kullanıyordum) şöyle demiştim:

“Partnerler açısından baktığımızda, geleneksel (eski) merkez medyanın durumu çok daha kolay görünüyor. Çünkü devlet, dans ederken hangi figürleri kullanacağını önceden ilan ediyor ve bunları katı bir biçimde uyguluyor. Mesela diyor ki, komünizme geçit yok, bölücülüğe geçit yok, irticaya geçit yok! Basit, anlaşılır, kesin figürler! Ve kolay kolay değişmiyor.

Dolayısıyla, partneri 'devlet' olan geleneksel merkez medya ikide bir güç durumda kalmıyor, devletle dansını otomatiğe bağlanmış gibi sürdürebiliyor, böylece 'tutarlı' bir yayın çizgisine sahipmiş izlenimi yaratabiliyor.

“Oysa paralel (yeni) merkez medyanın işi o kadar kolay değil. Onun partneri siyasetçiler (hükümet) olduğu için, dans sırasında ikide bir değişen 'figür'ler karşısında zor durumda kalıyor; aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık vaziyeti hâsıl oluyor.”

Hükümetin ne yaptığını kollayıp, onun çizgisini editoryal çizgi  haline getiren bir medya ne kadar inandırıcı olabilir, ne kadar güvenilir olabilir?

“İkitidara yakın basının iktidarla dansı” metaforunu mesela  çözüm sürecine uygulayalım ve şöyle bir soru soralım:

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yarın hiçbir gerekçe göstermeden çözüm sürecini gündemden kaldırdıklarını ilan etse, “kestik” dese, hükümete yakın gazeteler ne yaparlar, nasıl bir tavır alırlar?

Bu sorunun cevabı ne yazık ki belli: Bugün söylenenler, savunulanlar bir günde unutulur ve hükümetin belirleyeceği “yeni Kürt politikası” çerçevesinde yeni bir “editoryal çizgi” benimsenir.

Bu hep böyle oldu. Bu kategoriden gazetelerin hiçbir zaman “ilkesel” bir pozisyonları olmadı... Hükümet hangi zikzakları çizdiyse, onlar da o zikzakları çizdi.

 

Hükümete yakın basının Gezi'si...

 

Artık Gezi ve hükümete yakın medya bahsine geçebiliriz...

Yukarıda çözüm süreci bağlamında sorduğum soruyu Gezi olaylarıyla ilgili olarak sorarak başlayalım:

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yarın bir buçuk aydır Türkiye'yi sarsan olaylarla ilgili olarak herkesi şaşırtan bir çıkış yapsa... “komplo” meselesini biraz abarttıklarını ve o yüzden iç dinamikleri yeterince değerlendiremediklerini söylese...

Sizce o durumda hükümete yakın medya Gezi'yi  “komplo”yla açıklamaya çalışan editoryal çizgisini ne yapardı?

Bence bu sorunun cevabı da -ne yazık ki- belli: Bugün söylenenler, savunulanlar bir günde unutulur ve hükümetin belirleyeceği “yeni Gezi politikası” çerçevesinde yeni bir editoryal çizgi benimsenirdi.

 

Neler gördük neler...

 

Hükümete yakın basının, hükümetin Gezi sürecini “komplo”yla izah etmesinden türetilmiş yeni “editoryal çizgi”sinin haber sayfalarındaki tezahürleri o kadar çok tartışıldı ki, burada onları bir daha hatırlatmayacağım...

Fakat Yeni Şafak'tan birkaç örnek vermeden geçemeyeceğim...

Neden mi Yeni Şafak? İki nedenle:

Birincisi: Yeni Şafak'ın hali, beni öbürlerinden daha fazla ilgilendirdi ve üzdü...

On yıl kadar önce Kürşat Bumin'le birlikte bu gazetede Kronik Medya başlıklı bir medya eleştirisi sayfası hazırlıyorduk... Yeni Şafak o zamanlar çok farklı bir gazeteydi; o kadar ki, gazetenin manşetlerini Kronik Medya'da en sert bir dille eleştirdiğimizde dahi en küçük bir sitem almıyorduk. 

İşte o Yeni Şafak, 16 yıllık yazarları Kürşat Bumin'i İnsan Kaynakları üzerinden bir bildirimle gazeteden uzaklaştırdı.

İkincisi: Taraf gazetesinden ayrıldıktan sonra Yeni Şafak bana yazarlık teklifinde bulundu... Gezi öncesindeydi... Konuştuk ve -benim kişisel nedenlerle koyduğum bir rezervle- bir ay kadar sonra yazmaya başlamam üzerinde anlaştık.

Sonra Gezi oldu ve Başbakan'ın “komplo” izahı Yeni Şafak'ın editoryal çizgisi haline geldi.

Kürşat Bumin'in “kovulmasından” on gün kadar önce, “verdiği sözün gereğini yerine getirmeyen adam” damgasını yemek pahasına, bu çizgiyi gerekçe göstererek anlaşmayı tek taraflı olarak bozdum. Nitekim bu damgayı da yedim, “ayıp ettiğim” söylendi.

İşte bu iki nedenle; yani hemYeni Şafak'ın on yılda nereden nereye geldiğini hem de orada yazmaktan neden vaz geçtiğimi gösterebilmek için, Yeni Şafak'ın Gezi performansını, hiç değilse, benim bir ve iki numara olarak belirlediğim iki haber üzerinden örneklemenin doğru olacağını düşündüm...

 

Bütün sınırları aşan Mehmet Ali Alabora “haberi”

 

Ben listenin tepesine Yeni Şafak'ın Mehmet Ali Alabora “haber”lerini koyuyorum...

İlk “haber” 10 Haziran'da manşetten geldi... “Bu ne tesadüf” diye soruyordu gazete:

“Sivil darbe girişimlerine dönüştürülen Gezi eylemlerinin kurgulandığını ortaya koyan bilgiler gün yüzüne çıkmaya başladı: İngiltere merkezli bir ajansın desteğiyle İstanbul'da sahnelenen 'Mi Minör' oyununda, aylarca eylemlerin provası yapıldı.”

Yeni Şafak'a göre bu bir provaydı... Önce sahnede sergilenmişti, şimdi de Taksim'de sergileniyordu. Çünkü, Mehmet Ali Alabora'nın yönetmenliğini yaptığı ve Aralık-Nisan arasında İstanbul'da sergilenen oyunda, “halkın nasıl isyan etmesi gerektiği, isyan ederken de sosyal medyada nasıl örgütleneceği anlatılıyor”muş.

Gazete bununla da kalmadı, Alabora'nın yurtdışı gezilerini de “mercek altına” aldı ve bu gezilerin Gezi'yle bağlantısını kurdu.

Hikâyemiz, bu haberleri eleştiren bir Yeni Şafak yazarının (Işın Eliçin) yazısının yayımlanmamasıyla ve yazarın işinden olmasıyla sona erdi.  

Ciddi bir eleştiri çabasını bile hak etmeyecek bu “haber”le ilgili olarak söyleyeceğim yegâne şey şu: Yeni Şafak yöneticileri nasıl bir akıl tutulması içine girmişlerdir ki, “komplo” tezlerinin (velev ki doğru olsun) böyle bir haberle güçlenebileceğini düşünmüşlerdir!

 

Houston'dan ölüm emri

 

Aslında, bu akıl tutulmasının emareleri önceki günlerde yayımlanan bazı haberlerde vardı...

Mesela 6 Haziran'da sürmanşetten yayımlanan “Houston'dan ölüm emri” haberi...

Yeni Şafak'a göre, “İstihbarat uzmanları (...), kitleleri eşzamanlı olarak yönlendiren marjinal grupların (...) anlık iletişim için telsiz mantığıyla çalışan 'zello' uygulamasıyla ABD'deki bir adresten emir aldıklarını ortaya çıkarmış”tı...

Provokatörler, aldıkları emirleri “200 bin kişilik kitleye sanal ortamda aktarıyorlar”dı. 

Houston'daki merkez, eylem için meydana inenlere “'Ölseniz de çekilmeyin, bir şey yapamazlar, dağılmayacaksınız!' şeklinde emirler yağdırıyor”du.

Kronik Medya'da bizim en fazla dalgaya aldığımız “haber”ler, “istihbarat kaynaklarına göre” diye başlayanlardı... Nereden nereye...

Zello'dan geriye sadece mizah kaldı...

 

Aşırı ölçülerde kutuplaşmış toplumlarda gazetecilik

 

Hükümete yakın gazeteler arasında sadece birinden iki haberle örnekledim ama, bu süreçte bu türden irili ufaklı yığınla başka malzeme çıktı karşımıza.

Peki, okurlarından bir tepki gördü mü bu gazeteler? Hayır, görmediler... Çünkü başta da değinip geçtiğim gibi kutuplaşmış toplumlarda “kutup”lar gazetelerinde sadece kendi yüreklerini soğutacak haberler görmek isterler... Gazeteleri “mücadele bülteni” gibi çıksın isterler; varsın, yazılanlar gerçeği yansıtmasın!

Bu durum elbette gazetecilerin “okurlarımız öyle istiyor, onların arzularını yerine getiriyoruz” limanına sığınmalarını haklı kılmaz.

Aşırı ölçülerde kutuplaşmış toplumlarda okurların talebi ve gazetecilerin pozisyonu üzerine söyleyeceklerim bitmedi... Fakat oraya da girersem, bu yazı daha da uzayacak. O nedenle, işin o yanını bir sonraki yazıya bırakıyorum.