Küsmek ilginç bir eylem. Birine kızıldığında verilen tepkilerden belki de en esrarengiz olanı. Etik açıdan pozitif bir eylem mi yoksa negatif bir eylem mi? İyi bir şey mi kötü bir şey mi? Karar vermek zor mesela. "Küsmek dürüstlüktür. Çocukçadır ve ondan dolayı saf’tır. Yalansızdır" demiş büyük şair Nazım Hikmet. Darılmak, kırılmak, gönül koymak gibi yakın anlamları var. Ama hiçbiri küsmeyi tam karşılamıyor yine de. Küsmek hepsinden daha güçlü ve özgün sanki.
Çok bilmiş bir hukukçu gözüyle bakınca, "kişinin kızdığı birine tek yanlı olarak uyguladığı süresiz (süresi belli olmayan) bir muhatap olmama ve duygusal bağlantıya girmeme yaptırımı" olarak tanımlanabilir (Tanım bendenize ait). Yaptırımın amacı, kızılanı kendisinden, daha doğrusu, kendisinin duygusal bağlantısından ve iletişiminden mahrum bırakma suretiyle gününü gösterme ve acı çektirme çabası. Yaptırımın tetikleyicisi de kendisine haksızlık yapıldığı düşüncesinin doğurduğu kızgınlık. Yaptırımın amacına ulaşıp ulaşmadığı ise, karşıdaki (küsülen) kişinin nezdindeki değerinizle doğru orantılı kuşkusuz. Yoksa, "fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış" durumu da gerçekleşebilir!
Küsmek sadece gerçek kişilere karşı olmayabilir. Bir kuruma da küsülebilir. Örneğin genel olarak üniversite müessesesine veya salt kendi üniversitesine küsen akademisyen gibi. Şu günlerde çokça var malum (Nereden biliyorsam!).
Hatta devlete veya genel olarak tüm ülkeye de küsülebilir. Devlete küsme, genellikle iktidarın ve yöneticilerin yaptıkları haksız ve katlanılması güç uygulamalara karşı oluşan derin bir hayal kırıklığı ve ümitsizlik tarafından tetikleniyor. Küsmenin en uç boyutu ise, yöneticileriyle ve insanlarıyla tüm bir ülkeye karşı olanı. Devlete veya ülkeye küsmenin en radikal sonucu, ülkeyi terk-i diyar eylemek. Ülkeden çekip gitmek.
10 yıl kadar önce Amerika’da tanıştığım Alman asıllı bir arkadaşım var. Doğu Almanya’da yetişerek Almanya adına Olimpiyat madalyası almış ve Dünya şampiyonu olmuş bir sporcu. Başına gelen bazı olaylardan da etkilenerek, Batı Almanya ile birleşme sonrasında yeni ülkenin Doğu’daki sporculara ve genel olarak Batı Almanların Doğu Almanlara bakışından ciddi biçimde rencide olarak ülkesine küsmüş. Almanya’yı tamamen terkederek ABD’ye yerleşmiş ve kendisine orada yeni bir hayat kurmuş. Almanya’da iken haksız yere dopingle suçlanmış. Teknik olarak tamamen aklanmasına karşın, sırf eski Doğu Alman sporcu olması nedeniyle Batı Alman kamuoyunun kendisine karşı devam eden önyargısının, aslında Batı’nın Doğu Alman kültürüne olan acımasız hoşgörüsüzlüğünün bir yansıması olduğunu anladığında, artık o ülkede yaşamanın kendisi için ne kadar katlanılmaz olduğunu farkettiğini söylemişti bana.
Sonuçta kendi ülkesine ve genellikle de ülkelerinin otokrat siyasi rejimlerine küsen ve ekstra yetenek, zeka ve becerileri olanlar için ikinci bir hayat/ülke şansı bulabildikleri ABD, Kanada, Avustralya gibi ülkelerde tutunabilenler yine de şanslı. Ülkelerine küsmekle beraber böyle bir ikinci şans bulamayanlar için ise hayat gerçekten zor olmalı.
Ülkeye küsmek mi daha dramatik, yabancılaşmak mı?
Bu noktada ülkesine "yabancılaşmak" ile ülkesine küsmek arasında da bir ayırım yapmak gerekli. Ülkesine yabancılaşanlar, sadece devlet yönetimiyle değil, ülkesinin insanlarının çoğunluğunun yaşam tarzı ve özellikle de popüler kültürüyle kapanmaz bir psikolojik kopuş yaşayanlar. Ülkesine bir noktadan itibaren hiçbir aidiyet hissetmeyenler. Ülkeyi terk edebilseler de terk edemeseler de, bu vicdani haymatloslar için maalesef yabancılaşmayacakları ve mutlu olacakları başka bir ülke veya mecra bulmaları -en azından belli bir yaştan sonra- çok çok zor.
Ülkesine küsen ise aslında ülkesine aidiyete yani psikolojik bağa mutlak ve onarılmaz biçimde son vermiş değil. Belirsiz bir süre için ülkesiyle olan psikolojik bağlantısına ara vermek suretiyle, -aslında naif biçimde-, ülkesini cezalandırdığını düşünüyor. Kendisinden belirsiz bir süre için mahrum kalacak ülkesinin bu şekilde burnunun sürtüldüğünü ve belki de bir gün pişman olup, diz çöküp kendisine "affet" diye yalvaracağını düşlüyor! Samimi ama çocukça bir saflıkla. Ülkesinden bu yönde bir samimi pişmanlık belirtisi gördüğü anda da kollarını açıp gözyaşlarıyla kucaklayıverecek aslında ülkesini. Yabancılaşan gibi geriye dönüşsüz bir kopuş yok yani burada. Ne var ki genelde ülkesi o kadar taş kalplidir ki, hiçbir pişmanlık ve af dileme belirtisi göstermez çoğu kez.
Ülkesine küsene hemen aklıma gelen örnek, diğer bir büyük şair Mehmet Akif Ersoy. Kişisel yönden kendisine hakettiği değerin verilmemesi ile ideolojik olarak kabullenemediği devletin laikleştirilmesiyle karışık bir küskünlükle ülkeyi terkediyor. Sonrasında ülkesinden -bir türlü gelmeyen- hep o samimi pişmanlık ve af dileme beklentisiyle mutsuz bir yaşam sürerek acınası koşullarda ölüyor.
Ülkesine yabancılaşana örnek ise ünlü şair Tevfik Fikret’in oğlu Haluk. Babası tarafından özenle deist ve aydınlanmacı bir misyon ile yetiştirilip, eğitim için Batı’ya gönderilip, Atatürkvari bir beklentiyle dönüşte ülkesini modernleştirsin ve kurtarsın diye umulurken; görünürdeki dinini bile değiştirmeyi hatta Protestan rahibi olarak ABD’de yaşamayı tercih ediyor ve ülkesine tamamen yabancılaşarak ülkeye bir daha adımını atmadan orada ölüyor.
Bu noktada belki de daha enteresan olan, ülkenin gelmiş geçmiş en orijinal edebi şahsiyetlerinden Tevfik Fikret’in kendi konumu. Ülkesini terk etmediği ama -en azından oğlunun durumundan sonra- ülkede yaşamaktan mutsuz olduğu bilinse de, küsen kategorisine mi, yoksa yabancılaşan kategorisine mi koymak gerekli? Derin Türk Edebiyatının bu 'ölmeyen' tartışmasını bir yana bırakalım. Bana sanki şairin, ülkesine küsmekten ya da yabancılaşmaktan daha çok, asıl kendi oğluna küstüğü ve mutsuz ölümünün nedeninin, bu derin küskünlüğe son verip gereğini yapmayan oğlu olduğu düşüncesi daha akla yatkın geliyor.
Nitekim bazen kişisel küskünlükler ile ülkeye küskünlükler karışabiliyor.
Biraz kafayı çektiğimizde bir Alman arkadaşım anlatmıştı utanarak. Köln’de yaşayan babası, annesi ile sorunlu bir boşanma yaşamış yıllar önce. Baba, boşanır boşanmaz Almanya’yı terkedip Güney Afrika’ya yerleşmiş. Sebebini ise şöyle açıklamış arkadaşıma: "Bu kadınla bir daha değil aynı şehirde, değil aynı ülkede, aynı kıtada bile yaşayamam!"
*Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi.
NOT: Geçen haftaki (T24, 27 Aralık 2019) yazımda Özal ile Calp arasındaki polemik konusunu yanlışlıkla yeni köprü yaptırma/yaptırmama olarak yazmışım; doğrusu, köprüyü gelir ortaklığı hissesi yoluyla sattırma/sattırmama olacaktı. Yazının anafikrini etkilemese de, düzeltir özür dilerim. Hatırlatma için de değerli hocam Prof. Dr. Turgut Tan’a teşekkür ederim.