Nedir bugün dünyadaki birçok toplumu ikiye bölen seçim politikaları? Neden toplumlar iki kısma ayrılan bir görünümü ortaya koymaktalar? Bu durumda ikili bir politik durum yaşanmakta değil midir? 1980’lerde yazmış olduğum bir yazıda, Konu-m-lar (Belge Yay. İkinci Baskı, 2017) adlı kitabıma koyduğum yazıda, toplumların “ikili (düalist) bir halde” ilerlediklerini ileri sürmüş ve bu durumun Res Publica’da siyasi temsil bunalımına yol açtığından bahsetmiştim. Ama bu, seçimle ikiye bölünme değildi. Garantili işlerde çalışanlar ve garantisizler olarak adlandırılanlar arasındaki bölünmeydi: İkilikti. Ve, bugün, adına prekarya denilenlerden, eğreti işlerde çalışabilenlerden oluşan bir toplumsal vaziyet söz konusu. O yıllarda da, bugün gibi aşırı sağın iktidara doğru ilerlemesinden korkulmaktaydı (Fransa’da ırkçılık ve baba Jean-Marie LePen). Bugün iktidarda hala olanlardan korkulmakta.
Ve bugün ikiye ayrılan, garantililerin büyük bir kısmının demokratik değerlere sığınması ile işsizlerin ve garantisizlerin gidişattan memnunluk duymayan, dışlanmanın yarattığı dışlayıcı duyguların dışa vurulduğu politik partilerin desteklendiği kesim arasındaki siyasi parti ayrımına geldik. Ve neticede, Trump’lı ABD’den Jair Bolsonaro’lu Brezilya’ya vb. kadar bu, bu şekilde işlemekte bugün.
“Neden bu sürece girildi?” sorusunun ardında başka bir şey daha yatmakta sanıyorum: O da; aslında, devam eden bir sürecin kısa bir süre doğrultulmaya çalışıldığı, 1990’lardan 2010’lu yıllara kadar geçen yumuşak süreç oldu... ! “O kadar da yumuşak değildi !” diye itirazları duyabiliyorum; ama yine de, aşağı yukarı demokratik yollarla yönetilen ülkelerde durum bu şekilde gitmekteydi. 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler ile başlayan ve 2010 Arap Baharı ile beslenen (aşağı yukarı böyle bir dönemselleştirme yapılabilir bekli) bir süreç sonrası, bugün başka bir döneme doğru geçilmekte. Ve belki de, eski popülizm ile ilgili olarak öne sürülen Sovyetler Stalin döneminden Juan Domingo Peron ve Eva Peron Arjantin’ine kadar giden bir dönemden gelip de yaslandığımız yer , bugün “France İnsoumise” (Boyun eğmeyen Fransa) ile J-L. Mélanchon’un sert popülist solcu politikalarının Chantal Mouffe ile teorileştirilen sürecine girdiğimiz dönem yeni bir popülizmi ortaya koymakta, sanırım. Chantal Mouffe’un popülizmi, burada, sol bir popülizmin örneği olarak durmakta: Buna “popülist moment” adını veriyor. Bu karam oligarşi ile halk arasında bir mesafe koymak ve bunun üzerinden popülist bir politika yapmak anlamına gelmekte. Örnekleri, daha çok Amerika, Avusturya ve İtalya’dan oluşmakta. İtalya ve Avusturya’ya Polonya ve Macaristan’ı da eklersek, o zaman Mouffe’un çizgisini görebiliriz. Buna göre, mesela, Fransa’da Macron’un söylemiyle “Avrupalı” olarak adlandırılan halka bakışı “oligarşik” kesimin bakışı olarak görmek gerekecek. Ve de, karşısına da “Milli Devletler” üzerine kurulu, kimlik politikalarının milliyetçiliğinden beslenen bir söylemi eklersek, o zaman popülist Ulus-Devletler Avrupa’sı fikrinin ne olduğunu özetleyebiliriz. Ama bu kısım daha çok Avrupa Birliği ile ilgili olarak durmakta ve bilhassa İngiltere’deki Breksit ve İtalya ve Yunanistan’da Euro’yu konu etmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bu bir kopma gibi durmakta.
Ancak; başka bir yönden bakarsak, sürecin devamı ile ilgili bir çizgiyi de belirtmek gerekecek: Sürecin devamı, aslında belki de, neo-liberal ekonomi politikaların devam ettiğidir. Sürekli olan şudur: Milton Friedman ile başlayan bir monetarist ekonomi-politiğin “neo-liberal” çizgisinin devam etmekte olmasıdır. Tek farkla; O da, küreselleşmeyi başlatan transnasyonel sermayenin 1980’lerde oluşturduğu Yeni Dünya Düzeni’nden çıkmaya başlayarak, bugün kendi içlerine kapanmakta olan Ulus-Devlet yapılanmalarına geri dönmek isteyen yeni neo-liberalist bir ekonomi politikten söz etmek gerekecek. Bu ne demek? Açmak gerekecektir: 1980’lerde dönüşüme uğrayan ve bunu görünür kılan Yeni Dünya Düzeni söylemi ile ABD merkezli bir uluslararası siyasetin birleştirilmesidir. Diğer ekonomik yüzünün ise sermayenin Batı merkezli olmaktan çıkmış olmasıdır. Ancak, bu süreç zarfında (1980’lerden 1990’lara) çevre ülkelerdeki Batı dışı ekonomiler askeri rejimlerin sıkı yönetim tarzlarıyla yönetilmekteydi. Amerika Birleşik Devletleri bu rejimleri desteklemekteydi ve hatta bu rejimlerin iktidarda durması için yardım bile etmekteydi. Aslında, ekonomik olarak Asya kaplanları ile 1970’lerin ikinci yarısında başlayan sürecin sermayeyi Batı-merkezli olmaktan çıkarıp dünyaya yaymaya başlamasıyla ilgili süreçteki dağılımın, bugün sonuna gelinmesidir.
Bugün, neo-liberal ekonomi sürecini sürdürmekte uzun zamandan beri olmuş olduğu gibi; ama, askeri darbelerle tutulan ve işleme sokulan ekonomik politikaların yerine bugün artık Ulus-Devlet içindeki “demokratik seçim sistemiyle” yarı yarıya halkın destek verdiği sıkı düzen Siyasi Partileri tarafından üstlenilmesi sürecini yaşamaktayız: Bu partilerin liderleri, çoğunlukla erkek egemen dili olan, LGBT karşıtı, özgür kadın karşıtı, sert ve keskin dilli bir popülizmin işlediği kitleleri elinde tutmakta ve onların dilini konuşmakta. Güvenlik politikalarını öne çıkarmakta. Güvenlik için silahlı askerlerin ve polislerin hakim olduğu sokaklar ve bununla bağlantılı para-militer düzenlerin desteklendiği bir sıkı rejim idaresini öne çıkmakta. Bu anlamda da, artık askeri rejimleri bile hafif ve hatta insanca fazla insanca bulmakta. Brezilyalı lider Bolsonaro’nun dili en keskinlerden birisi ve tarihi sıra olarak da en sonuncusu olarak durmakta: Nedir bu dil? : “En iyi gay ölü gay’dir” veya “ Brezilya da darbe yapan askerlerin kabahati varsa o da solcuları öldürmek yerine işkence etmiş olmalarıdır” . Bu söylemler popülist politikaların en aşırıya taşınmış halinin örneklerini göstermekte.
Bütün bunların yanında neo-liberalizm dünyada birçok yerde at başı koşmaya devam etmekte; ekolojik olan bakış ise arkada bırakılarak, sert ve keskin dili taşıyan silahlanma, ormanları maden ocaklarına peşkeş çekme, betonlaşmayı hızlandırma, ekolojik tarımı es geçme üzerine kurulu olan kısa vadeli ve uzun vadeyi hiç kale almayan, geleceği hiç akla bile getirmeyen, “benden sonra tufan” şiarı ile beslenen reel ekonomik çıkarlara yaslanarak hareket etmeye devam etmeleridir. Yoksa neo-liberal ekonomiler açısından askeri rejimlerin işlevi bugün demokratik yollarla iktidara gelen partilerin üzerine bırakılmış olarak işlemekte. “Popülist politikalar neye yarar?” gibi bir sorunun cevabı ise, sadece ve sadece neo-liberal ekonomileri “demokratik yollarla” sürdürmeye devam etmek olacaktır, belki de?