Ali Akay

22 Ocak 2022

Hınç kültürü kol gezmekte

Hınç insanları yine ortaya çıkmakta. Yasaklar koymak istemekteler. Arzulanan makinalar kendi içine kapananları ve karşıtlık yaratanları istemekte.  Karşı çıkmak için karşı çıkmayı, ikili karşıtlıklara yerleştirmeye çalışan hınç dolu sözler dökülmekte ve yazılar yazılmakta.

1960 ve 1970’li yılların özgürlük ortamı bir ütopyaya dayanmaktaydı. İleride gelinecek neredeyse belli bir noktaya doğru, sanki “tarih kaptanı” gemisinin kaptan köşkünden terakki dolu bir rüzgâra doğru seyretmekteydi. 1970’lerde ise şiddet değişim ufkunun yerini almaya başlamıştı bile; ama yine de bir yere doğru gidilmekte olduğuna dair bir inanç vardı. Evrensellik ilkesine bağlı bir şekilde “Mao’nun kültür devriminin” herkesin kendi yerel kültür devrimine bir katkı sağlayacağı sanılmaktaydı. O nedenle Çinli bir köylü evrensel bir sömürülen olarak görünüyordu. 1980 neo-liberal pozisyonlarının taktikleri ve stratejileri durumu başka bir yöne doğru çevirmeye çalışmaktaydı; ama bunu kapitalizmin yeni momenti ancak baskılarla, sendikalara karşı siyasi manevralarla, darbeler ve sıkıyönetim siyasetiyle başarmaya çalışmaktaydı. Avrupa’da sermaye; 1970’lerin ikinci yarısından itibaren, evini terk ederek dünyasal alana yayılmaya başladığında, bu yerel taktikleri evrensel yerine küresele doğru yönlendirmeye başladı. 1980’lerde “Yeni Dünya Düzeni” yeni bir ideolojiyle kendisini ortaya koydu. 1990’larda ise “Soğuk Savaş” sona ermiş ve neo-liberalizm zaferini ilan etmişti.

21.yüzyıla ise, bugünü belirleyen “11 Eylül 2001” hadisesiyle girdik. Yeni düşmanlar ortaya sürülüyordu. Eski ittifaklar (“Yeşil kuşak” mensupları) düşman olmuşlardı; çünkü düşman artık yenilmiş ve yerle bir edinmişti. Bin parçaya ayırılmıştı hem Doğu Blokunda hem de Sovyetler Birliği’nde. Bu sırada, aynı zamanda, tarih gemisinin kaptanının eskilerle uğraşmaya başladığı fark ettik. Orta Çağa dönük yüzüyle köktendincilikleri, daha sonra da ırkçılıkla düşmanların “serbest bölgelerde” bitaraf edilmeye başladığını gözlemledik.

Bugün artık aşırı sağ son on yıldır moda haline gelmeye başladı. “Woke kültürün” (başında, ABD’de 1938’de blues şarkıcısı Lead Belly’nin bir şarkısından yola çıkarak ve sonra da Afrika’da Martin Luther King’in sivil haklar üzerine bir söyleminden ilham alınarak “ırkçılık karşıtı bir uyanmayı” veya “ayağa kalkmayı” ifade eden bu kelime daha sonra bugünlerde birçok sansür uygulamalarına ve bilhassa sanatlarda “linç ve hınç kültürüne” doğru çekilmeye başlandı). Aşırı sağcıların yönlendirildiği bir alanda solda yer alan öznelerinin her türlü karşıtlığı ortaya tekrar çıkardığında baltalar topraktan çıkmıştı artık. Kimlikler ve temelci öze yönelik cins kimliği, ırk, etnik kimlik gibi değerler tekrar güneşin aydınlığına kimlikçi olarak yerleştirilmeye başlandı. Oldukça muhafazakâr, anti materyalist, Thatcher’in ekonomi siyasetini savunan felsefeci Roger Scruton (1944-2020) gazeteci Douglas Murray ve Christopher Caldwell gibileri Butler’ın veya Derrida’nın, Foucault’nun “kimliksizlik” (anonimlik) üzerine kurulu bakışına karşı fikirler ortaya atmaktalardı (Hıristiyan bir uygarlığı savunan ve 68 karşıtı Scruton, Foucault için “mitoman ve paranoyak” diye yazmıştı) ve bu fikirleri, tuhaf bir şekilde sol üstlenmeye başladığında şaşırdık. Garip bir şekilde, Le Monde gazetesinin haberine göre, Fransa’da “sol İslamcılık” adı altında bir akıma set çekmek üzere (!) Derrida’nın “dekonstrükiyonuna”, Foucault’nun “arkeolojisine” Butler’ın “kimlik belasına” karşı Sorbonne Üniversitesi’nde, dekolonyalist düşünce sonrası için, Milli Eğitim Bakanı’nın Blanquer’nin mevcudiyetinde kolokyum bile düzenlendi (!)

Daha 1980’lerde Hintli entelektüeller, neo-liberal “Yeni Dünya Düzeni” içinde, kendi öznelliklerini “Batı karşıtı yerel bir tarih” anlayışı içinde kendi tarihlerini yazmaya giriştiler. Ulusçuluk öne çıkarılmaya başlandı; kimlikler evrensel karşıtı bir yerelliğe yaslanmaya çalıştı. Batılı kavramlarla yerelin anlaşılamayacağı öne sürülmeye başlandı ve bu söylem dünyasallaşmaya çalışıldı (halbuki 1960’lerın sonunda Türkiye’de bu tezin benzerleri Kemal Tahir tarafından öne sürülmüştü). Hatta o kadar ki nerdeyse yıllar sonra, Ziya Gökalp’ın “hars ve medeniyet” ayrımına, bu anlamda kültürel milliyetçilik üzerine, ünlü Hintli düşünür ve antropolog Partha Chatterjee’nin 1993’te yayınlanan kitabında rastlayabiliyoruz. Bu etkilerin bugüne kadar taşınmakta olduğunu düşünebiliriz. Yahut Dipesh Chacrabarty’nin meşhur kitabı “Avrupa’yı Taşralaştırmak” (2000) içinde söz ettiği ünlü Batılı tarihçilerin Batı edebiyatını romanların adlarıyla, ama Hintli mitolojileri veya destanları ve Hint filmlerini ad vermeden yazmasını eleştirmesinde (“asimetrik bilgisizlik” olarak nitelemekte) olduğu gibi, uzmanlıklardan küçük bir “sitem” veya hatta bir “suçlama unsuru” çıkarmıştı. Halbuki, belki de Georges Dumézil’in eserlerine baksaydı, herhalde Grek ve Roma kadar Hint ve İran mitolojilerinin de aynı Hint-Avrupa dilinden geldiğinin altını çizerdi.

“Madunlar konuşabilir mi?” adlı ünlü makalesiyle Gayatri Chakravorty Spivak’ın da benzer bir şekilde kadın meselesini yerelliğinde ve kendi ailesine ait bir anlatının (1926 yılındaki bir intihar) içinden geçerek, feminist yerelliği kanıtlamaya çalışarak ünlü makalesini yazdığını görmekteyiz; ama Spivak Batı-karşıtlığı üzerinden düşünmediğini, Hint Sati mitolojik geleneğinin Hint feminizmine yaslanamayacağını ve eğer böyle yapılırsa veya bu şekilde anlaşılmaya kalkılırsa “nativist” ve yerel bir ideolojinin bulaşıcılığına saplanma tehlikesini belirtmişti. Zaten 1992 yılındaki bir söyleşisinde “madun” yerine “öteki” veya “ezilmiş” kelimesini kullanabileceğinin altını da çizmişti. Ve de Derrida’nın “dekonstrüksiyon” yöntemine yaslanarak yerel bir yöntem kullanmadığını da makalesinin sonunda belirtmişti. Elbette sömürgeci İngiliz kanunları ve Hindu kanunları birbirleriyle çatışmaktaydı; ama İngilizler Hintli Brahmanlarla anlaşmışlardı bu tarihlerde ve zaten entelektüel alanda kimse sömürgeciliği ve ırkçılığı savunmamaktaydı artık, o zamanki ve şimdiki aşırı sağ gruplar hariç!

Milli bağlar ve siyasal örgütler, geniş aile ile klan birbirleriyle “harmanlanmaktadır”. Milliyetçiliğin öne çıktığını bunlara benzer birçok örnekte rastlayabiliyoruz (eleştiri olarak görülmese de bütün bunlar İngilizce olarak kaleme alınmışlardır). Halbuki Homi Bhabha 1994 yılında yazmış olduğu kitabında yaptığı postkolonyal tarifinde “sosyal patolojileri” anlamak için girişilen bir çabanın “geri kalmışlık teorilerden ayrılması gerektiğini” vurgulamaktaydı ve “milliyetçi ve yerellik üzerine kurulu Üçüncü Dünya ve Batı arasındaki ikiliği” aşmak istediğini de yazıyordu. Bu tarife göre iktidarı incelemek siyasi bir hamle olarak Üçüncü Dünyacılığı bir kenara bırakmayı tercih ettiğini yazıyordu. Fakat saydığımız bütün yazarlarda bu yaklaşımı tam bu şekilde takip edemiyoruz. Post kolonyal teori de heterojendir bu anlamda. Düşünürlerden her biri başka ve tekildir.

Aslında herhalde, bugün “Batı-karşıtı” tavırlar; Batı’yı homojen gören ve devletlerin 19.yüzyıl sömürgeci ve 20.yüzyılın ikinci yarısı yeni-sömürgeci siyasetlerini kastederken, Batı’da doğan düşünürlerin kendi düşünceleri ve bu siyasetlere bazı konularda muhalif kalmaları hem biliniyor hem de yazılırken homojenleştiriliyor. Hegel’in Hristiyanlıkta gördüğü medeniyeti (mutlak bilgi) postkolonyal düşünceden evvel ilk olarak Batılı filozoflar (Nietzsche’den Bergson’dan, Alman Frankfurt ekolünden Fransız yapısalcılarına kadar) eleştirmeden geçmediler. Bergson’a ayrı bir yer açmak lazım herhalde? Ama bugün bunları aynı sayan bir zihniyet ortaya çıkarak, dünyanın birçok yerinde (tabii ki Türkiye’de de) hınç ve linç kültürü insanlarını hortlatmakta.

“Zencilik” kavramını yürütenlerden biri olan Senegalli Léopold Ségar Senghor’un Bergson felsefesinde bulduğu da “süre” olarak adlandırılan kavramın bize ikili karşıtlığı vermediğini göstermesidir. Bir bilinç, “süre içinde” zamanı bir nesne ve bir özne ayrımında değil, ikisinin bir  birleşmesinin verdiği an içinde anlaşılabilecektir. Mekanik bir düşüncenin işleyemeyeceği bir “1889 devrimidir” bu”; yani Bergson’un “süre” kavramını ortaya attığı tarih bu zaman birimidir. Siyasete hala yansıyamamış olan yeni bir felsefi bakışı devrimcileştirmiştir: “Hayat bir buluş ve devinimdir”. Hayat homojen değildir. Tıpkı iktidarın da homojen ve bir forma bağlı olmadığı gibi. Ama bugün zenci kelimesi iptal edilmekte ve bir devrimci tarih hasıraltına konulmakta. 1960 ve 1970’lerin James Baldwin’in, Aimée Cesaire’in “zenciyim ve zenci kalacağım” şiarı artık kimlikçi bir ırkçılık karşıtlığına dönüşmekte. Bu alanda “beyaz üstünlüğü” savunucularının karşısına yerleşmek için beyaz olan herkes homojenleştirilmekte, aynılaştırılmakta. Kurumsal olarak sayısal bir kontenjana dönüşmekte kurumlar. Ve asıl post-modern ırkçılık burada ortaya çıkarılmakta değil mi acaba?

Bugün bazı kültüralistler, ideolojik olarak “siyaseten doğru” taraftarlar veya yandaşlar karşılarına aldıkları özgür düşünceleri ve serbest tavırları “düşmanın taraftarı” olarak görmekteler; kimlikçi siyaseti ileri sürmekteler. Hınç insanları kendilerinden bir kurban oluşturmakta ve bu şekilde kendilerine haksızlık yapıldığını ispatlamak üzere uğraşmaktalar. Hukukun bir şiddet olduğunu ileri süren “özgürlükçü parola” çoktan unutuldu! Sanat alanında “woke ideolojisi” sansür kültürüne alan açıp, yasaklayacak alan aramakta! Hınç insanları yine ortaya çıkmakta. Yasaklar koymak istemekteler. Arzulanan makinalar kendi içine kapananları ve karşıtlık yaratanları istemekte.  Karşı çıkmak için karşı çıkmayı, ikili karşıtlıklara yerleştirmeye çalışan hınç dolu sözler dökülmekte ve yazılar yazılmakta. İktidarın bir form (devlet veya hükümet formu) sananlar ikili karşıtlığı kullanmak istemekteler; oysa hayat olduğu gibi kendi kompleksi içinden geçip gitmekte. Her şey kendi içinde çelişkilerle ve karmaşıklıklarla dolu ve bunu silmeye uğraşanların kendilerine mal ettiği bir kültür içindeyiz.

Deleuze’den bir sözle bitirmek isterim, onu anarak: “Çelişkiden asla kimse ölmedi!”