Yine Batılaşma üzerinde duracağım. Tanzimat Fermanı'nı Batılaşma olarak okuyanlar için bir not düşmek istiyorum. Ve hemen bir hatırlatmayla devam edeceğim: Her ne kadar Harbiye'nin kuruluşu 1834'e kadar dayansa da fen derslerinin okutulması 1847'den itibaren başlatılsa da, Tıbbiye'nin kurulmasının Tanzimat ile gerçekleştiğini siyaset ve sosyal bilimciler unutmaktalar mı? sorusunu sormak zorunda kalıyorum; çünkü bilimsel olana doğru atılan bir adımın Batılı kurumlara benzemekten geçtiğini ifade etmek isteyenlere hatırlatmak iyi olacaktır ki, bu bilimsel olana doğru yönelmek Batılı kurumlara benzeyen bir toplum yaratma fikrinden çok başka bir şey olarak gözükmektedir. Bilimsel dönemin içine girmek ile pozitivist sosyolojiye (Auguste Comte) başlamak dönemsel olarak zamandaştırlar. Bunlar aynı tarihi dönem içinde ortaya çıkmaktadırlar ve birbirlerini dolaylı veya dolaysız bir şekilde etkilemişlerdir (Hegel ile felsefe bile, lojik içinde temsili olandan ve anlama gücünden uzaklaşarak, mutlak bilgide sentezlenmektedir: spekülatif bilim).
Burada bilim ile toplum arasında bir ayrım değil bir süreklilik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Michel Foucault'nun "biyo-iktidar" olarak adlandırdığı bu siyasi dönemde, sağlık bozukluğunun toplumun zenginleşmesini engellediği söylemi yayılmaktadır. Sağlık ve zenginlik birlikte ele alınmaktadır: Toplumun zenginleşmesi demek sağlıklı olması zorunluluğunu ortaya koymaktadır. O nedenle, sağlıklı yaşamak için şehirlerde tedbirler alınmalıdır: Parazitlere, mikroplara karşı savaşılmalı, havalandırma yapılmalı, lağımlar denetlenmelidir; toplumun temiz hava alması gereklidir. Toplum sağlığı sekülerleşmenin bir parçası olarak gözükmektedir. Batılılaşmanın değil. Bu, ordu için de toplum için de bilimselliğe doğru seküler bir yol olarak kabul edilmektedir. Enerji ve sağlık birlikte anılmaktadır.
Avrupa şehirlerinde vebaya karşı alınan önlemler örnek olarak Osmanlı devletinde 19. yüzyılda izlenmektedir. 19. yüzyılda veba (farelere karşı savaşta kimyasalların kullanılması) ve kolera salgınlarında Karantinaya (usul-ı-tahaffuz) karşı çıkışlar ise dini nedenlerden çok, tıpkı bugün olduğu gibi, ticari nedenlere bağlı olarak geliştiği öne sürülmektedir. Ancak, önceki asırlara nazaran artık, zenginlik ve sağlık arasındaki dengenin 19. yüzyıldan itibaren, Osmanlı devleti için de benzer bir süreçte yaşandığı ileri sürülmektedir (Bedii Şehsuvaroğlu,1984). Osmanlı'da, bilhassa önce "Liman Nizamnameleri" sonra da "karayolları Nizamnameleri" karantinanın denetlenmesi açısından önemli girişimler olarak durmaktadır. Fransa'da 1895'te Colmette ve Borel'in aşıyı geliştirmelerinin ardından 1920'de Müderris Refik ve Mustafa Hilmi tarafından bu aşı hazırlanmıştır. Ayrıca, bu dönemde, Paris'ten ithal edilen serumlar tedavi amacıyla kullanılmıştır.
Bu sadece Osmanlı'da değil aynı zamanda Batı'nın kendi merkezinde de bu dönemde benzer bir şekilde ele alınmıştır. Fransa Prusya savaşı sırasında, Tanzimat'tan daha sonra, 1872'de Fransa'da ordunun mağlubiyetini bilimin eksikliğine bağlayan yazılar yazılmıştır. Ordunun tıbba ihtiyacı olduğunun belirtilmesi, devletin bütçesinin bu alana yapacağı yatırımlar sayesinde gerçekleşebileceği öne sürülmektedir. Osmanlı'da bilim dünyasına doğru gidecek olan pozitivist düşüncenin 19. yüzyıl sonunda Sosyoloji ile benzer bir zamanda gelişmesi bu anlamda manidardır.
Ordunun yeniden düzenlenmesi 18. yüzyılın başlarında Padişah III. Ahmet zamanına (Yeni Ocakların kuruluşu: Humbarahane, Lağımcı Ocağı ve Hendeshane, bu kurumlar bilim coğrafya, aritmetik ve matematik ile sınırlıydı) kadar geriye gitmektedir (Ekmeleddin İhsanoğlu, Toplum ve Bilim 1985). Fakat 1889 yılında Abdülhamit tarafından Gülhane Seririyat Hastanesi'nin (Gülhane Askeri Tıp Akademisi Gülhane Tatbikat-ı-Askeriye) kurulması, aradan geçen zamana rağmen Tanzimat ile aynı süreçtendir. Bu süreç, Tanzimat reformlarının adetleri ters yüz etmesinden çok bir sürekliliği ortaya koymakta olduğunu düşündürtmektedir. Bu hastane 2016 yılına kadar Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bağlı olarak kalmıştır ve bu tarihten sonra Sağlık Bakanlığı'na geçmiştir. Bu eğitim askeriyenin tıbba olan ihtiyacıyla alakalı olarak gelişmiştir.
Benzer süreç Fransa'da Paris'te de sürmüştür. Fransa'da, askeri başarılar için devlet bütçesinin tıbbi laboratuvarlara doğru çevirmesi salık verilmiştir. Bilim ve tıbbın birlikteliği Fransa'da da yeni bir epistemolojik dönüşümün habercisidir. Burada askerin sağlığı ile başarısı paralel olarak düşünülmektedir. Sadece beslenmesi değil vücut sağlığı da önemli bulunmaya başlanmaktadır. Belki de tıp öğrencilerinin sosyal bilim veya siyaset bilimcilerden bile daha önce fark edeceği vaziyet, bilimsel olan bir sekülerleşmenin başlamakta olduğudur. Hemen bu sürecin ardından da askeri ve sivil tıp okullarının birleştirilmesi süreci Osmanlı'nın da Fransa'nın yaşadığı bir bilimsel dönemi takip ettiğini göstermektedir. Kurulan İstanbul Tıp Fakültesi sadece entelektüel ve kültürel sermayenin birleştirildiği yer değil, aynı zamanda üniversite olarak adlandırılan bilim alanının öneminin vurgulanmasıdır. Buna Batılaşma açısından bakmaktan çok Osmanlı'da güç ilişkileriyle akıl ilişkilerinin birbirleriyle üst üste bindirilmesi sürecinin bir göstergesi olarak bakmak doğru olacaktır. Gülhane Seririyat Hastanesi'nin adının değişmesi bile burada bir işaret olarak durmakta ve bilimsel epistemenin yerleşmekte olduğunu bize anlatmaktadır. Bundan böyle ismi artık bir uygulama alanı olarak değişmiştir: Gülhane Tatbikat-ı Askeriye Tatbikat mektebi ve Seririyatı. Burada her şeye rağmen temel bilimler yerine uygulamalı bir bilim anlayışının asıl olduğunu fark etmek mümkün olacaktır. Buradan yetişen askerler hem Birinci Dünya Harbi'nde hem de Kurtuluş Savaşı'nda önemli ve başarılı rolleri üstlenmişlerdir. Ve Cumhuriyet döneminde bu kurumun yeni başkente taşınması bile bilimsel olan bir sekülerleşme sürecinin Osmanlı'dan Cumhuriyet rejimine aktarılmış olduğunu ifade etmektedir: Cebeci Merkez Hastanesi.
Bilim ve teknoloji alanlarını ilgilendiren bir konu olarak toplumsal ile birlikte bu alana eğilen bilimsel bakışın dönüşümünden söz edilmektedir. İki alanın birbirlerine tercümesi söz konusudur. Siyaset ve sanatlar alanında daha çok bir kavramsal dönüşümden bahsedilmekle yetinildiğinden dolayı mıdır bilemiyorum ki, bir coğrafi kavram (batılılaşma) yerleşmiştir toplumsal dönüşüm hikâyemize. Halbuki bir kavramdan daha somut bir şekilde bilimsel alan bir devlet politikasına sirayet etmiştir bile ve bu bulaşma rejim değişikliklerinde, bir yandan kültürel bir kopmayı ortaya koyarken, diğer yandan bilimsel alandaki bir devamlılığa ait olarak sürmüştür. Dilin ve yazının Batılı karakterleri alması ile bilimsel olanın toplumsal alana sirayeti benzer zamanlara tam olarak denk gelmese bile, bu aynı sürecin ve tarihin parçası olarak ele alınmış durmaktadır; oysa bilimselleşme yoluna giriş ile kültürel kopmanın tarihi arasında yarım yüzyıldan fazla bir zaman birimi var gözükmektedir. Bu elli küsur senelik zaman farkı atlanmış durmaktadır. Süreç sekülerleşme açısından sürmektedir; bilimsel olanı bu sürece bağlamaktadır. Ama, kültür alanı, burada, yüzünü dönmekte olduğu Paris, Münih gibi şehirlere rağmen, sanatın kendi içinde gelişen değişimler (harf reformu en başta) başka bir kültürel mutasyon süreciyle alakalı durmaktadır. Burada sorunsallaştırılan; din ile bilim arasındaki ikilikten çok, bilimin bir tarihi paradigma olarak toplumlara yerleşmesi olarak okunabilir. Bu, bizde Batı ve Batı-dışı olarak bakılan ikili karşıtlığın ötesindeki bir eş-zamandaş dönem olarak gözükmektedir.
Bugün içinden geçmekte olduğumuz salgın döneminde tıbbi olanın bilimsel bakışıyla siyasi olan bakışın birbirlerinden bağımsızlığı önemli durmaktadır. Ancak, bugün dünyanın birçok yerinde (her yerde dememek için) siyasi olanın bilimsel alanı takip etmesi hâlâ içinden çıkılmış bir mevzu olmaktan uzak durmakta. Halbuki bilimsel paradigmaya en fazla ihtiyaç olan bir dönemde, bir salgın döneminde yaşamakta ve hayatlarımızı kurmaya çalışmaktayız. Siyasi ve sosyal alanın bilimsel bakışa tekrar dönüp bakmaya ihtiyacı var hâlâ! Kültürel ve sosyal alan bilimsel olanın dışında çok ideolojik kalmakta, o bakımdan bakıldığında. Bilimse alanın, özellikle, komplo teorilerinden arındırılmaya ihtiyacı vardır. Bitmiş gibi duran bir düşünceyi yeniden düşünmek (temsili bir Batılılaşma) felsefi bir deney (sekülerleşme) olarak durmakta değil midir?