İnsanları kimin tutuklayacağına, kimin telefonlarımızı dinleyeceğine, kimin evlerimizi, işyerlerimizi gözetleyip, fişler, dosyalar, kasetler üretebileceğine, kimin birilerini çete olarak niteleyebileceğine karar verme kavgası bütün şiddetiyle sürüyor.
Bugün bu kavgada saf tutan tarafların salvolarına ve birbirlerini hırpalayış derecelerine bakarak buradan kendi hanelerine kazanç kâbilinden bir şeyler, hatta bir “mucize” devşirebileceklerini umanlara geçmişi daha dikkatli okumalarını tavsiye etmek lazım. Zira, tarih, özellikle de bizim tarihimiz bu tip kavga ve çekişmelerden “hayır” çıktığına dair fazlaca örnek barındırmaz. Oraya baktığımızda daha ziyade, üçüncü şahıslar, ötekiler için tokat ve “şer” çıkabildiğine dair epeyce üzücü vâkâ görürüz.
Ancak böyle bir kavgadan hayır çıkmayacağını söylemek, demokratik bir toplum hayali kurulamayacağı, hatta yakın gelecekte sol için bir “mucize” beklenmeyeceği anlamına gelmiyor, gelmemeli!
“Mucize”, ilâhi güçleri çağrıştıran bir kelime de olsa, hayatın bu bahiste toplumları şaşırtan sayısız “gerçek” sunabildiği görülmüştür.
1980’li yılların başında bir Doğu Alman’a “mucize nedir” diye soracak olsaydınız, size muhtemelen önce “Berlin Duvarı’nın yıkılma ihtimalini” sayıyor olacaktı. O tarihlerde bir Doğu Alman vatandaşı için duvarın hemen karşı tarafındaki Bernauer Strasse'ye yürüyerek gidebilmek, imkânsız görünen bir hayaldi ve gerçekleşmesi için neredeyse Hıristiyan ilahiyatında ifade edilen tarzda bir “mucizeye” ihtiyaç olduğuna inanılırdı.
Ancak yapımından yaklaşık 30 yıl sonra, 9 Kasım 1989 günü o mucize birdenbire gerçekleşti ve Almanya’nın her iki tarafında yaşayan insanlar o akşam duvarın üzerinde buluşuverdiler. Mütevazı Trabant marka arabalarına binmiş Doğulu ailelerin 14 Kasım günü kendilerini bayraklarla selamlayan Batı Alman soydaşları arasından Batı’ya geçişleri, tam anlamıyla bir “mucize”nin (!) gerçek olmasıydı.
SSCB’nin çöküşüyle birlikte vesayet sistemine dayalı rejimler teker teker devrilirken, o “mucizelerden” bütün Doğu Avrupa ülkeleri paylarına düşeni aldı.
Örneğin, 2. Dünya Savaşı’nın sonundan beri Polonya’yı yöneten Komünistler 1989’daki genel seçimler sonrasında iktidarı sağ partilere devretmek zorunda kaldılar. Bir yıl sonra gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ülkenin bürokratik oligarşisi hezimete uğradı. Dayanışma Sendikası lideri olarak Polonya’daki parti-devlete, hatta ordunun başındaki General Jaruzelski’ye yıllarca kafa tutmuş bir “halk çocuğu”, bir tersane elektrikçisi (Lech Walesa), seçimlerde halkın % 74’ünün oylarını alarak cumhurbaşkanlığı koltuğuna uzanıyordu. Katolik Kilisesi’nin de açık desteğiyle gelen bu başarı, “mucizenin daniskasıydı”!
Bütün bu olup bitenlere bakan kimi düşünürler aceleyle “tarihin sonunu” ilan etmeye kalktılar. Ancak tabii tarih birilerinin nokta koyduğu yerde durup beklemiyor. Bir süre sonra başka işler oluyor.
Nitekim 2001’e geldiğimizde Avrupa’nın doğusunda “yok artık” denilecek başka şeyler oldu. 10 yıl önce bir “mucizeye” tanıklık etmiş olan Polonya’da bu sefer başka bir “mucize” gerçekleşti: Eski komünistler, öyle ihtilalle, darbeyle falan değil, bu kez serbest seçimler yoluyla, yani halkın oylarıyla sandıkta % 41 oranında oy alıp mecliste ezici bir üstünlük sağladılar ve iktidar oldular.
1990-1995 arasında cumhurbaşkanlığı yapmış olan Lech Walesa’nın itibarı da aradan geçen zaman zarfında yerle bir oldu. 2000 yılında cumhurbaşkanlığına yeniden aday olan Walesa bu kez oyların sadece % 1’ini alabildi. Walesa’nın itibarı kendisini 1980’lerde sıkıyönetimle bertaraf etmeye çalışan General Jaruzelski’nin dahi altına inmişti.
Polonya’yı yeni bir geleceğe taşıyan Dayanışma Sendikası’nın siyasi kolu olan AWSP ise 2001 seçimlerinin ardından tarih sahnesinden silindi gitti. Tarihe başka bir yerden bakanlar için bu, inanılması zor bir başka “mucize” idi.
Tabii bu tip “mucize” kâbilinden gelişmeler sadece Batı’da olmuyor. Bizim ülkemizde de karşımıza çıkabiliyor. Örneğin, kim 20 Şubat 2001 günü Türkiye’deki mevcut siyasi konjonktüre bakıp bu ülkedeki siyaset sahnesinin kısa bir süre içinde altüst olacağını ve tüm aktörlerin silinip gideceğini öngörebilirdi ki?
Oysa bir gün sonra, tarihe “Kara Çarşamba” olarak geçen 21 Şubat 2001 günü, devletin zirvesinde ekonomik açıdan dramatik sonuçları olan büyük bir kriz patlak verdi. Krizle birlikte dönemin üç bileşenli iktidar koalisyonundaki (DSP, MHP, ANAP gibi) siyasi partilerin tamamı 1 yıl sonraki seçimlerde baraj altında kalarak meclis dışına itildiler. Kimsenin beklemediği bir şey gerçekleşmiş, seçmen siyaset sahnesine ağır bir “format atmıştı”.
Tarih bazen ağır aksak ilerler gibi görünürken birden “fast forward” tuşuna basılmış gibi hızlıca ileri sarabiliyor, bu sürece de birileri “mucize” adını veriyordu.
Yani sonuçta “mucize” diye bir şey vardı. Ancak bu “mucizelerin” çoğunun arkasında, sıkıştığı mengeneyi açma gayreti içinde olan bir toplumsal özne, onun ilmek ilmek dokuduğu bir toplumsal tasavvur ve bunu hedef haline getirme çabası yatar.
Aslında Türkiye’deki yerleşik siyaset yapma anlayışına tarihimizin görebileceği en büyük muhalefeti sergileyen “Gezi Direnişi” kendilerini bu ülkedeki hakim tasavvurun bir parçası olarak göremeyen kesimlere müşterek bir toplum hayali şekillendirmenin o mucizevi kapısını araladı.
Ancak aralanan bu kapının, siyasal iktidara açılan bir kapı olmadığını, 17 Aralık’ta patlak veren devlet-içi kavganın sonrasında da kimsenin “üçüncü şahısları” bu kapıdan içeri bir “mucizeye” buyur etmeyeceğini iyi anlamak lazım. Ham iktidar hayali hayatın en kolay saf dışı bırakacağı hayaldir. Bir mucizeye bel bağlayanların, bunun için önce kendi hayallerini ortaya koymaları, buna ruh ve şekil üfleyip programlı bir hedef haline getirmeleri gerekiyor.
“Başkalarının ceketiyle damat olunabileceğini” zannedip, bu olan bitenlerin sonunda bir “duvarın”, bir dönemin aniden yıkılacağı gibi çiğ bir hayale kapılanlar tam karşılarında olmasa da, yakınlarında daha yüksek bir “duvar” da bulabilirler.
Ham bir hayalin nasıl gelişkin bir hayal ve akabinde pişirilip nasıl topluma benimsetilebilecek bir hedef haline getirilebileceği tartışmasını başka bir yazıya bırakarak, şimdilik sadece Hintli düşünür Osho’nun şu sözünü tekrarlamakla yetinelim.
“Gerçekçi ol: Sen bir mucize planla!”
twitter: @akdoganozkan