Ahmet Tulgar

06 Ekim 2019

Suyu su tanımlar

Annem bardağındaki suyu içtikten sonra, her defasında "yumuşacık şu Hamidiye" deyip, İstanbulluluğunu kat kat sardığı ipek bir mendilin içinden çıkarır da odanın ortasına koyuverirdi sanki

İçme suyu kullan at şişelere girmeden daha mukaddes, daha kıymetliydi sanki. Oysa hep mukaddes, hep kıymetlidir ama sanki içinde muhafaza edildiği kap da, illa bu mukaddesata, bu kıymete işaret eder olmalıdır.

Benim çocukluğumda İstanbul'un göbeğinde bile içme suyu sakalar tarafından cam damacanalarda evlere getirilir, çoğunca bu su kokan iri yarı, güçlü kuvvetli adamlar tarafından evin mutfağına kadar omuzlarda taşınır, küfesinden usulünce, törensel bir hareketle çıkarılan damacanadan bir köşedeki, yani mutfağın esas baş köşesindeki kilden, içi sırlanmış küpe güldür güldür boca edilir, küpün tahta kapağı taze içme suyunun üstüne örtülürdü.

O kapak ne zaman evin büyüklerinden biri tarafından kaldırılsa, koşar içine bakardım küpün. Tamam, benim çocuk ölçülerime göre küp zaten koca bir şeydi de, içme suyuyla yeni dolmuşsa bir de, bundan kat be kat daha derindi. Burası şehrin göbeğindeki apartman dairemizin tabiata açılan en derin yeriydi. Mutfaktaki küpümüz. İçine seslenirdim kapak kaldırıldığında da, sesim yankılanırdı.

Sonraki yıllarda okulda geometride neye küp denildiğini öğrendiğimde de, uzun zaman yine de mutfaktaki o şişman, sevimli, bele doğru genişleyen, sonra yine daralan, kadınsı, derin, sırlı, kızıl biçim gözümün önünden gitmedi.

Çocukluğumda içme suyu gizemliydi. Evlere gizemiyle dolardı.

Annem mutfaktaki küpümüzü illa Hamidiye Suyu ile doldururdu. Her zaman Taşdelen'e tercih etmiştir Hamidiye Suyu'nu. Bardağındaki suyu içtikten sonra, her defasında "yumuşacık şu Hamidiye" deyip bardağı yerine koyarken "Hamidiye" adını öyle bir telaffuz ederdi ki, İstanbulluluğunu kat kat sardığı ipek bir mendilin içinden çıkarır da odanın ortasına koyuverirdi sanki. Düşünürdüm, "Hamidiye yumuşak, Taşdelen sert, taşı bile kırar, çatlatır, deler Taşdelen, Hamidiye öyle değil, yumuşak, iyi" diye.

Annem, Hamidiye'den bir bardak içip de, yorumunu yaptığında büyükannemin tarif ettiği saraylılar gibi görünürdü gözüme bir an. Hamidiye adında İstanbullulukla saraylılık hâlâ benzeşiyor, birbirini anıştırıyor olmalıydı büyükannelerimizin dünyasında, Cumhuriyet'in yarım asrı çoktan dolmaya yüz tutmuşken oysa.

Terkos mu? Hani evlerdeki musluklardan akan? Benim çocukluğumda o suyun geldiği Terkos Gölü şehir efsaneleri ile doluydu. Musluklardan akan bu suyu içmediğimiz için dert etmezdik pek bu ürkütücü rivayetleri. Seyyar satıcılar ve faytoncular ölen atlarını, eşeklerini Terkos Gölü'ne atarmış. Bazı günler annem sebze meyve yıkarken söylenirdi mutfaktan doğru: "Of, yine ne çok klor atmışlar Terkos'a." Öyle zamanlarda çayın, kahvenin yanı sıra yemekler de Hamidiye ile yapılırdı. Ne kadar kaynasa da klor kokusu gitmiyormuş Terkos'tan çünkü, annemin dediğine göre. Bunu duyduğumda çocuk ben bile daha bir tadını çıkarır çorbanın, bir kaşığını bile ziyan etmez, kâsede bırakmazdım. Arkamdan ağlardı sonra Hamidiye.

Benim çocukluğumda Terkos şehir suyu idiyse, şehrin sıvı hali Hamidiye'ydi hâlâ.

1970'li yıllarda İstanbul'da şehir suyu sık sık kesilirdi. Musluklardan o tıslama sesi geldiğinde, evlerde yüzler buruşurdu. Bakışlar kururdu. Evler boğucu mekânlara dönüşürdü. Küplerin yerine mutfaklara, banyolara doluşan plastik varillere, leğenlere yedeklenmiş su, tas tas dökülse de temizlik hissi vermezdi, küpteki Hamidiye'deki derinlik ve duruluk yoktu bu suda.

Sonra bir gün vadesi dolmuş sessiz, zarif bir akraba gibi unutuldu Hamidiye ve onun evlerimizdeki yeri, ağırlığı, hafifliği.

Bir gün bir kafede kullan at şişede önüme konulduğunda tekrar, neler hissettiğimi tahmin edersiniz. Sevinç ve hüzünle bakakaldım o plastik şişeye, sonra minnetle doldurdum bardağıma ve içtim. Getirene değil Hamidiye'nin kendisine teşekkür eder gibi. İçimden babamın çocukken ona bir bardak su getirdiğimde söylediği sözleri tekrarladım art arda: "Su gibi aziz ol" ya da "Su getirenlerin çok olsun."

İçme suyunun kendisi azizdir. Hamidiye'nin kendisi azizdi.

Su içerken insan, dünyaya, doğaya teşekkür eder. Getirene değil suyun kendisine minnet eder. Babam da o zamanlar Hamidiye'nin şahsında dünyaya, doğaya teşekkür ediyordu aslında. Bildim o zaman.

İçme suyu, o kristal saydamlığı, renksizliği, tarif edilemez tadıyla (nasıl bir tat) dünyadaki tarafsızlığın, yansızlığın en görünür, en parlak işaretidir.

Savaşta düşmanını bile içme susuz bırakmayacaksın eğer hasbelkader bir savaşa girmişsen.

Eğer bir canlı içme susuz bırakılmışsa şu dünyada, adalet yoktur hiçbir yerde.

Saydamlık, yansızlık ve tarif edilemez tadıyla içme suyu saf ihtiyacın saf arzuya dönüşmüş halidir.

Her su içtiğimizde ihtiyaç ile arzunun birleşmesinin en saf ve katışıksız lezzetini, zevkini tadarız kana kana. Eğer suyun bir tadı varsa, bu lezzet, bu zevktir işte.

Su içmek, doğa karşısındaki kadim ve günlük tek dünyevi ibadettir.

Politika, içme suyumuzu, bu aziz, bu leziz anımızı, bu dünyevi ibadetimizi lekeleyemez. Su lekelenmez, leke çıkarır. Su lekesizliktir.

İçme suyuna politika karışmışsa, orada politika sınırına dayanmıştır. Oradan sonrası saf kötülüktür artık. Bir bardak suda fırtına kopar. Gemisini kurtaranın kaptan olduğu bir kalabalık geçer toplumların yerine.

Su başka bir şeyle karşılaştırılamaz. Ne rengi, ne kokusu, ne tadı tanımlanabilir. Saf ışık, saf lezzet, saf arzudur su.

Su sudur. Suyu su tanımlar. Su suyu tanımlar ancak.

Ama su her şeyi tanımlar. Nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi.