Ahmet Talimciler

15 Ağustos 2017

Nefretimizde boğuluyoruz!

İşte ülke olarak biz de bir zamanlar çok eleştirdiğimiz batının yaşadığı sorunlarla karşı karşıya kaldık!

Yaşadığımız her yeni gelişme sonrası olanlara karşı duyduğumuz öfkemiz bir tık daha artıyor. Ayağımızın altındaki dünya biraz daha fazla kayarken, tüm ülke suç mahali haline dönüşüyor. Gelen haberler hiç ama hiç iyi olmadığı için, hem insanlığımıza hem de yarınlara dair umutlarımız biraz daha fazla sarsıntıya uğruyor. Bu öylesine tuhaf bir durum içinde yaşamamıza yol açıyor ki, bir taraftan dilimizden düşürmediğimiz ‘yaratılanı severiz, yaratandan ötürü’ sözleri öte yanda ise kötürüm bıraktırılan canlılar. Bu nasıl bir sevgisizlik halidir ki; etrafımızda öldüresiye dövülen çocuklar, eziyet edilerek arabanın arkasına bağlanan hayvanlar, zevk için yakılan ormanlar ve daha nice örnekler hiç ama hiç bitmiyor!

Kutsallık üzerinden bir türlü konuşamadığımız aile yapımız sürekli olarak şiddet üretiyor. İçerisinde ensest, taciz, tecavüz, şiddet ve öldürmenin vakayi adliyeden sayıldığı bir kurumdan bahsediyorum. Bu öylesine garip ve kompleks bir insan yetiştirme mekanizması olarak işliyor ki, sayılanların hepsi zaman içerisinde normalleştiriliyor. Sevgiyi değil nefreti, genç dimağlara kazıdıkça kazıyor ve geleceğimizi her geçen dakika biraz daha fazla karartıyoruz. Şiddetle büyüyen bir neslin şiddeti kendisini ifade mekanizması olarak seçmesi hiçbirimizi şaşırtmamalı! Ama buradaki asıl büyük tehlike ise yeni jenerasyon açısından işin içerisine teknolojinin de girmesi ile birlikte kötülüğün sınırlarının da genişlemiş olmasıdır. Kendiyle barışık, içinde yaşadığı toplumla barışık çocuklar ve gençler yetiştirmenin tek yolunun dinden geçmediği gerçeğini de görmek durumundayız. Dini ve sadece oradan ürettiğimiz ahlak anlayışı ile tüm bu yaşadıklarımıza karşı sadece ve sadece bir noktaya kadar kendimizi koruyabiliriz. Daha gelişkin bir koruma ve korunma kalkanı üretmek istiyorsak üzerinde hiç konuşmadığımız aileden başlayarak ahlak alanına ve oradan da toplumsal yaşama dönük çalışmalar üretmek zorundayız.

Modern dünyanın yalnızlaştırdığı ve kendi yaşantısı içerisine hapsettiği bireyi karşısında maneviyatın yapabileceklerini göz ardı etmemeli ama sadece onunla da yürümemeliyiz. İkili dikotomiler üzerinden yürüttüğümüz tüm bilindik klişelerimiz, modern dünyanın bireyinin durmakta olduğu yer hususunda elimizi kolumuzu bağlamaktadır. Bu dünyada sevgisizliğin üzerinde yükselen nefret ve kötülüğün açtığı yaralar, her geçen gün biraz daha fazla büyümektedir. Hatta bununla da kalmamakta, toplumsal hayatımızın köklerini de kemirecek dinamiklerin oluşmasına yol açmaktadır.

İşte ülke olarak biz de bir zamanlar çok eleştirdiğimiz batının yaşadığı sorunlarla karşı karşıya kaldık! Onların hayatlarına yönelik yaptığımız değerlendirmeler yerine bu kez kendi örflerimiz ve geleneklerimiz üzerinden yetiştirdiğimiz yurttaşlarımız hakkında konuşmak durumundayız. Bu öfkeyi, nefreti ve sevgisizliğin yarattığı kötülüğü nereye koyacağımızı ve bundan nasıl kurtulabileceğimizi ise bilmiyoruz! Hatta birçoğumuz açısından yaşadıklarımızı böyle nitelendirmek bile doğru değil. Bizler henüz onların yaşadığı çöküntüyü yaşamış ve onlar kadar yozlaşmış değiliz diyenlerimiz kadar artık biz de farklı değiliz diyenlerimiz de bulunuyor. Fakat ne söylersek söyleyelim, şiddet içeren görüntülerle karşılaşma oranımız her geçen yıl biraz daha fazla katlanarak büyüyor. Birkaç gün önce Karabük’te yediği dayaktan gözleri kapanan 3 yaşındaki yavrumuzun görüntüleri hepimizin yüreğini dağladı. Fail üvey ana olarak kodladığımız zaman sanki tüm olup bitenler çözülüyormuş gibi bir haberleştirme tarzını hiç ama hiç bırakmıyoruz. Tıpkı daha öncekiler de olduğu gibi, ancak olaylar değişse de var olan zihniyetin değişmediği gerçeğini bir köşeye not etmeliyiz. Hatta bu durum, ülkemizde ikinci evlilik yapacak olan çocuklu ebeveynler açısından korkutucu bir geleceğe adım atacaklarına yönelik ön yargıları da beraberinde getirebilmektedir. İnsanın her yerde insan olduğu gerçeğinden yola çıktığımızda, içinde iyiliği de kötülüğü de barındıran bir varlıkla karşı karşıya kalırız. Burada hepimizi gördüğümüz bu kötü örnekler kadar hiç ummadığımız kadar iyi örnekler de karşılar. Fakat asıl mevzumuz bu kötülüğün ve onun etrafında oluşmaya başlayan nefretin, gün geçtikçe daha fazla sevginin kapladığı yeri almaya başlamasıdır. Ve söz konusu olan bu yeni gelişmeyi birinci derece akrabalarımızdan ve çevremizden gördüklerimizden çok daha fazla şekilde medya ve sosyal medyadan görüyor olmamızdır.

Kapitalizm, insanı modern dünya içerisinde yepyeni bir pozisyona oturturken aynı zamanda onun dengelerini de alt üst edecek bir takım düzenlemeleri de yerleşik hayatın içerisine zerk etti. Birincil ilişkilerin ve basitliğin yerini dolayımlarla çevrili bir ilişki öbeği ve karmaşıklık aldı. Artık hayatlarımız çok daha fazlasıyla teknolojik, olanaklarımız çok daha fazla buna karşın korkularımız da çok daha fazla. Güvensizliğinin doruklarında sevgi yoksunu olarak dayanacak bir dost omzu için bile teknolojiden medet ummak durumundayız. Hiçbir şeyden memnun olmayan ve mutluluğu bile göstermelik olarak yaşayan bir hale dönüşmüş bireyleriz sadece. Bu yüzden de geçmişe olan yoğun özlemimiz giderek daha fazla artıyor. Bu ise hepimizi kaybettiklerimiz ve elimizdekiler arasında yapacağımız seçimlere zorluyor. Böylesi bir seçme durumunun daimi kaybedeni olacağımızı ise bilmediğimiz için şansımızı sonuna kadar zorlamayı ve başımızın çaresine bakmayı öğreten sisteme bir kez daha yenik düşüyoruz!

Aslında hepimiz kaybedenler kulübünün üyeleriyiz ve kazandığımızı sandığımız her şey ile birlikte biraz daha fazla kaybediyoruz. Geçmişi, bugünü ve geleceği kaybettiğimiz gibi kendimizi, en yakınımızdakileri, insanlığımızı, iyi niyetimizi ve sevmeyi yitiriyoruz. Nefretin girdabına kapıldıkça yaptığımız her kötülüğü normal gösterecek bahaneleri birbiri ardına sıralıyoruz. Bir Ceza Avukatının Anıları oyunundaki anahtar cümleyi hiç unutmam: Suçluyu Kazıyınız Altından İnsan Çıkar diyordu Faruk Erem. İnsanı, insanlığımızı kazımaya ve içimizde büyüttüğümüz nefreti, öfkeyi, kötülüğü bertaraf etmeye muhtacız. Bunu başaramazsak kendi yarattığımız küçük kibir dağları içerisindeki öfke, nefret derelerinde boğulacağız!