Ahmet Talimciler

20 Haziran 2017

Korktuğumuz sadece deprem mi?

İstanbul’da 17 Ağustos depremi sonrası belirlenen yerlerin yarıdan fazlası alışveriş merkezi, rezidans, toplu konut inşaatlarına açılmış durumda

İnsanoğlunun en fazla çaresiz kaldığı ve kendisini güçsüz hissettiği doğa olayı hiç kuşkusuz depremdir. Yeryüzü üzerinde insanoğlunun dünyaya gelişinden çok önce başlayan sismik hareketler, bugün de etkisini hissettirmeyi sürdürmektedir. Ülkelerin gelişmişlik düzeyleri ve bilgiyle birlikte teknolojiyi hayata sokma kapasiteleri arttıkça depremlerin neden olduğu can kayıpları azalmaktadır. Yaşadığı yer deprem kuşağında olan bir ülkenin mensuplarının depremle yaşayacak bir anlayışı hayata geçirmeleri elzemdir. Eğitim sisteminden başlayarak kitlelerin bu hususta bilinçlendirmelerinin sağlanması işin önemli bir boyutunu oluşturur. Buna eşlik eden en önemli nokta ise hiç kuşkusuz bütün binaların depreme dayanıklı bir şekilde yapılması ve deprem anından başlayarak yapılacak olanların planlanmasıdır. Depremler sismik hareketlerdir buna karşın depremle yaşamayı öğrenmek ve buna uygun bir hayat tarzını planlayarak devreye sokmak toplumların kültürleriyle ilintilidir. 4,5 milyar yıldır yer küre üzerinde depremler meydana geliyor ve zaman zaman çok yıkıcı tahribatların yanı sıra binlerce insanın ölümüne de yol açıyor. Ancak tüm bunlara karşın yeryüzünde geçmişte olduğundan çok daha fazla deprem hareketleri konusunda bilgi sahibiyiz. Deprem kuşağında olan bölgelerdeki hareketlilik yakından takip ediliyor ve bu bölgelerde yer alan ülkeler depreme uygun bir yaşam tarzını devreye sokuyorlar. Bu konuda en iyi örnek ise Japonya, Japonlar deprem sonrası yaşanabilecek olan tsunamiler konusunda da önlemlerini almaya devam ediyorlar. 2011 yılında Japonya’da meydana gelen 8.9 büyüklüğündeki depremde camdan atlayarak yaralanan bir Türk’ün haberi gazetelere yansımıştı. Selimhan Kılıç sarsıntı başlayınca kendisini camdan attığını, daha sonra sarsıntı bitince eve tekrar girdiğini ve tekrar sarsılınca da camdan bir kez daha atladığını belirtmişti.

Peki durum bizim ülkemizde nasıl gerçekleşiyor? Her şeyden önce ülke insanı olarak hepimize sirayet etmiş olan kültürel özelliklerimiz nedeniyle deprem karşısındaki tutumlarımız da tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi ‘Allaha Emanet’. Hiçbir sorumluluğu tam olarak yerine getirmediğimiz için bütün olup biteni Allaha emanet ederek durumu kurtarma alışkanlığımız deprem konusunda da devam ediyor. Zaten böyle olduğu için de bizi asıl korkutan deprem kadar kendimize güvenmeyişimiz oluyor. Her sarsıntı sonrasında insanlarımızın evlerini terk etmeleri ve uzun bir süre evlerine girememeleri tesadüf değildir. Çünkü yaptığımız binaların ne kadar güvenli olduğu konusunda bile kendimize güvenmiyoruz. Gerçi bu konuda sadece kendimizi de suçlamayalım, ülke tarihimizin en büyük depremlerinden birisi olan 17 Ağustos 1999 depremi ile yıkılan binalarımızın önemli bir kısmı da devletimizin inşa ettirdiği, ruhsat verdiği ve kamu personelini oturtmuş olduğu binalardı. Bu büyük deprem sonrası özellikle Marmara körfezinde batan bölgelere inşa edilen binaları, bu binalarda kullanılan deniz kumlarına ilişkin görüntüleri hatırlayın. Tabii bir de bütün faturanın müteahhit Veli Göçer’e çıkartılmasının dışında sorumluluğu olanların hiç konuşulmadığını da unutmayın!

Yaşadığımız her deprem sonrası ekranlarımızda bir son dakika gelişmesi olarak verilen ve akabinde depremle ilgili uzmanların konuşturulduğu programlar izliyoruz. Kendilerine söz verilen bütün deprem uzmanları ülkemizin deprem geçmişini, olup bitenleri ve olası deprem tehditleri konusunda bizleri bilgilendiriyorlar. Hatta sadece bilgilendirmekle kalmayıp, neler yapılması gerektiği hususunda da uyarılarda bulunuyorlar. Ancak bu uyarıları deprem tehdidinin sıcak olduğu zamanlarda dikkatle dinlememize karşın aradan biraz zaman geçince hemen unutmaya ve bir daha ki depreme kadar da hiç hatırlamamaya başlıyoruz. Buradaki mühim husus ise aradan geçen süre ne kadar çok açılırsa, yapılacakların da o kadar çok ertelenmesi oluyor. Yapılması gerekenler belli, neyi nasıl yapabileceğimiz de ortada ancak biz bütün bunları yapmama konusunda elimizden geldiğince gayret sarf ediyor ve deprem olduğunda da gözyaşları döküyoruz. ‘Hallederiz-Çözeriz-Yaparız’ anlayışı iliklerimize dek işlediği için yapı standartlarına uymayan yapılar inşa ediyor, verilmemesi gereken yerlere ruhsatlar veriyor, çıkılmaması gereken katları çıkartıyor, kısacası her şeyi kendimize göre uyarlıyoruz.

Bütün ülkeyi kentlerde toplama gibi bir anlayışımız olduğu için kentlerimizdeki hayatlarımız giderek daha fazla keşmekeşe bulanıyor. Çarpık ve bilinçsiz kentleşme sonrasında çözüm olarak ortaya koyduğumuz kentsel dönüşüm adı altındaki yeniden yapılandırma süreçleri de derdimize derman olacak gibi durmuyor. Çünkü kentlerimizin içerisinde insanlarımızın olası büyük depremlerde toplanabilecekleri alanları bile imara açmayı sürdürüyoruz. İstanbul’da 17 Ağustos depremi sonrası belirlenen yerlerin yarıdan fazlası alışveriş merkezi, rezidans, toplu konut inşaatlarına açılmış durumda.

Uzmanların açıklamaları ile olma ihtimali ve şiddeti ile hepimizi korkutan İstanbul depremi konusunda herkesin kafasında bir acaba? Sorusu yer alıyor. Ege denizinde gerçekleşen son depremlerin televizyonlarda veriliş tarzında bile bu anlayışı görebiliyoruz: İstanbul’da bile hissedilen merkez üssü ege denizindeki midilli adası açıkları olan depremin…

Bu bile ifadesi aslında ne kadar korktuğumuzu gösteriyor öte yandan asıl korktuğumuzun sadece deprem olmadığını aslında kendimizden korktuğumuz gerçeğini ise söylemekten imtina ediyoruz. Kendimize güvenmediğimiz, kendimizi ne kadar kandırdığımızın en güzel ifadesini her deprem sonrasında sokaklara taşarak gösteriyoruz. Yaptığı, oturduğu binalara güvenmeyen insanların ülkesinde depremler, hiç değilse bizim kendi kendimize bu şekilde dürüst davranmamıza yol açıyor. Geri kalan bütün toplumsal alanlar ise depremler de olduğu kadar açık ve net bir biçimde ortada değiller. Oralarda durum çok daha karanlık ve görünmez bir şekilde bulunmaya devam ediyor.