Fransa’da bir aydır devam eden Avrupa Şampiyonası dün gece sürpriz bir sonuçla sona erdi. Bu turnuvadan akıllarda kalan çok sayıda hikaye ve olaya karşın futbolun son derece kısıtlı bir şekilde oynanmış olmasıydı. Turnuva, küresel risklerin hayatımızı esir aldığı bir dönemde oynanması nedeniyle belki de ilk kez bir spor organizasyonundaki en büyük güvenlik önlemlerine sahne oldu. Terör tehditlerinin sürekli olarak kendisini hissettirdiği bir ortamda sık sık bomba ihbarları, şüpheli paketlerle ilgili haberler gündeme geldi. Turnuvanın hemen öncesinde Fransa’yı etkileyen bir diğer önemli gelişme ise ülkede yaşanan grevler ve bunların yaratabileceği sıkıntılardı.
Benzer durum Rio 2016 Olimpiyat oyunları için de geçerli olup önümüzdeki ayın başında Brezilya’da yapılacak olan oyunlar öncesinde Polis ve itfaiye teşkilatı grev hazırlıkları yapıyor. Turnuvanın başından itibaren en çok korkulan olay İngiliz holiganların çıkartabilecekleri olaylardı ki bu beklentilerde maalesef gerçekleşti. İngiliz ve Rus holiganların sık sık birbirleriyle kavgaya tutuşmaları ve bu kavgaların yarattığı kötü görüntüler sonrasında UEFA her iki ülke federasyonlarını da sert bir dille men etmekle tehdit etti. Turnuvaya ilk kez katılmasına karşın iyi mücadele eden Arnavutluk, Galler, İzlanda gibi ekiplerin futbolseverlerin gözünde farklı bir yer kapladıklarını gördük. Özellikle İzlanda için ayrı bir parantez açmak gerekiyor çünkü son derece zorlu iklim ve coğrafi şartlara karşın tam anlamıyla takım olmayı başarmış bir ekip izledik. Taraftarları ile futbolcuların her maç sonrası birlikte gerçekleştirdikleri tezahüratlar ise büyük ilgi topladı.
Bu turnuva bize futbolun savunma kurgusu ağırlıklı olarak oynanma yönünde giderek daha fazla ön plana çıkartıldığı bir anlayışın öne çıkmaya başladığı bir dizi takımı göstermiş oldu ki onlardan bir tanesi olan Portekiz oynadığı karşılaşmalar içerisinde sadece yarı finaldeki mücadelesini uzatmalara götürmeden galibiyetle kapatabildi. Gruptan üç beraberlikle bir üst tura çıktı ve oradan da iki kez uzatmalarla yoluna devam etti. Dünyaca ünlü futbolcusu Ronaldo’nu penaltıyı kaçırmamış olsa gruptan farklı bir sıralama ile bir üst tura çıkacaklar ve turnuvadaki güçlü rakiplerin bulunduğu eşleşmelere maruz kalabileceklerdi.
Ya da milli takımımız Çekoslovakya’ya yenilmiş olsaydı grup maçlarının ardından evlerine dönmek zorunda kalacaklardı. Görüldüğü gibi futbol aynı zamanda şans oyunu ve olasılıkları böylesine içinde barındırmayı sürdürebildiği için de milyonlarca insanı peşinden sürüklemeye devam edebiliyor. Her ne kadar Portekiz’in oynadığı futbol final karşılaşmasına kadar takımın yıldızına endeksli olarak biçimlendirilmiş olsa da, son maçta takımın diğer isimlerinin de ön plana çıktığı ve özellikle teknik direktörün hamleleri ile sonuçta büyük katkıda bulunduğu bir final izledik. Dünyanın en çok kazanan sporcularından olan ve kulüp takımları düzeyinde kaldırmadığı kupa kalmayan Ronaldo’nun, yaşadığı sakatlık sonrasında döktüğü gözyaşları, futbol içindeki hırs ve tutkunun ne kadar önemli olduğunu bizlere bir kez daha göstermiş oldu. Maçın son düdüğüne kadar arkadaşlarına taktik veren, oyunu yaşayan ve kaldırdığı kupa ile kariyerine bir unvan daha ekleyen bir futbol ustası, maçın bitimindeki sevincinde iç çamaşırı markasını da gözümüze sokmaktan geri durmadı. Bir popüler kültür ikonu olarak futbolculuğunun yanı sıra bir marka olarak kendisini bir kez daha tüm dünyaya kanıtlayarak en yakın rakibi Messi ile aralarındaki mücadelede bir adım öne geçti.
Turnuvadan elenen takımların teknik direktörleri görevlerini Fransa’yı terk etmeden bırakırlarken bizim durumumuz her zamanki gibi kendimize özgü olmayı sürdürdü. Renksiz ve iz bırakmayan bir milli takım olarak turnuvadan ayrıldık. Biz bitti demeden bitmez sloganıyla gittiğimiz ve milliyetçi duygularımızı bir kez daha kabarttığımız turnuvada, kendi göbeğimizi kendimiz kesemedik ve Eyfel kulesini kırmızı-beyaza boyamanın dışında ses getiremedik!
Turnuvaya damgamızı en çok prim veren ülke olarak vurduk! Avrupa Şampiyonu olan Portekiz milli takımının futbolcuları şampiyonluk primi olarak 275’er bin Euro alırken, milli futbolcularımız turnuvaya gidiş primi olarak 500’er ve dönüşlerinde de 150’er bin Euro prim aldılar. Şampiyon takımın aldığı primin neredeyse üç katına yakın prim alan turnuvaya gidip dönen futbolcular, biz bir yerlerde yanlış yapmayı ve bu yanlışlarımızı konuşmamayı çok ama çok seviyoruz.
Oynanan karşılaşmaların ortak özelliği maçın son düdüğü çalmadan sonucun belirsizliğini çoğu zaman koruyor olmasıydı. Çünkü uzatma dakikalarında çok sayıda gol atıldı. Bu organizasyonun en büyük hayal kırıklığının ise hiç kuşkusuz İspanyol milli takımı olduğunu söyleyebiliriz. Öylesine enteresan bir kura sistemi düzenlenmiş ki bir tarafta son derece kolay bir eşleşmeler sonucu finale gidebilecek bir takım diğer tarafta ise son derece zor maçları oynamak zorunda kalan takımların mücadelesinden çıkmak suretiyle finale uzanan bir takım. Ev sahibi olmanın avantajı ile maç trafiği istediği gibi hazırlanan Fransa milli takımının özellikle yarı final ve final maçlarındaki hakemlerden yana bir hayli şanslı karşılaşmalar oynamaları da dikkat çekti. Hiç kimse süper ligimizdeki hakemlerimize ileri geri yorumlarda bulunmasın! Eşitliği gözetmeyen ve çifte standartlar uygulayan hakem performansları seyrettik. Final karşılaşmasında sosyal medyada yazılanlara baktığımda Portekiz’in kazanmasını isteyen kişi sayısının açık ara önde olduğunu gördüm. Ronaldo’nun sakatlanmasına üzülen, Gignac’ın topunun direkten dönmesi ile oh çeken Portekizliler kadar bizim futbolseverlerimizin de Eder’in golüne sevindiklerini söylemeliyim. En azından oğlumla birlikte ben sevindim.
Turnuvada karşılaşmalar öncesindeki seremonideki ulusal marşların söylenme anındaki yüz ifadeleri açısından açık ara İtalyan futbolcuların olduğunu, maç bitiminde taraftarlarıyla bütünleşmede İzlandalı futbolcuların diğer takımlardaki meslektaşlarından farklı bir yerde durduklarını belirtmeliyiz. Bu arada final karşılaşmasını futbolseverlere şifre koyarak izletmeyen TRT yönetiminin de bir hayli eleştiri aldığını, bundan sonraki organizasyonlarda görevlendirecekleri ekiplere şu ‘Tarih Yazma-Hesap Kesme-Cephe’ ifadelerini kullanmadan maçları aktarabileceklerini de hatırlatalım. Bir futbol karşılaşmasını kazanmak Tarih Yazmak ya da daha önceki Hesapları Görmek demek değildir. Kendi mantığımızı sürekli olarak bizim dışımızdakilere de aynı şekilde uyarlamaktan vazgeçelim ve işin keyfini çıkartalım. Bakın insanlar bir arada, kadınlı erkekli, ellerinde içecekleriyle olay çıkartmadan da oturabiliyor, hatta maç bitiminde birbirlerini teselli edebiliyorlar. Yaşadığı her şeyi olay haline getirmeyi çok ama çok sevdiğimiz için hayal kırıklıklarını da sevinçler gibi yaşayamayan ve yaşayamadığı için de sürekli olarak başkalarının üzerinden tatmin olmaya çalışan anlayışımız sayesinde futbolu da hayatımız gibi uçlarda yaşıyoruz.
Halbuki futbolun içerisinde 90 dakikanın ötesine taşan hikayeler, anekdotlar var ve onları yakalayabildiğiniz anda atılan gol kadar verilen pasın, kurtarılan penaltının ya da hayatın anlardan ibaret olduğunu bir kez daha anlamaya başlıyorsunuz. Bunları yakalamayı başaramadığımız sürece hayatı ve futbolu ıskalamayı sürdürürsünüz maalesef biz ülke olarak hep böyle yapıyoruz!