Ahmet Talimciler

12 Eylül 2016

Her şey birbirine karışırken

Herkesin birbirine şüpheyle yaklaştığı bir rejim ne cumhuriyettir ne de demokrasi...

Uzun bir süredir ülkemizde televizyonlarda yayınlanan tartışma programlarında fikir kırıntısı bulmak için bir hayli çapa sarf etmek gerekiyor. Kimsenin bir başkasını dinlemediği ve kendi haklılığını mümkün olduğunca yüksek sesle duyurmaya çalıştığı ve tabii arada kadınların adeta figüran olarak yer aldığı programlardan söz ediyoruz.

Özellikle 15 Temmuz sonrasında programlara çıkanlar kendi haklılıklarını ortaya koymak amacıyla sürekli olarak 'olmayana ergi' metodunu kullanmayı maharet sayıyorlar. Efendim aynı olay Avrupa’da olsaydı onlar da böyle davranırlardı. Bize özgü olan bir durumu açıklamak için sürekli olarak eleştirdiğimiz batı ülkelerini referans vermek acaba neyin göstergesidir? Halbuki tam tersi bir şekilde yaşadıklarımız üzerinden giderek olan bitene yönelik çözümümüzü kendi içimize net bir biçimde anlatmamız ve kamuoyundaki soru işaretlerini gidermemiz gerekir.

Bunu yapmak yerine kendi haklılığımızı kanıtlama üzerinden giderek, bugün iktidarda CHP olsaydı onlar da bizim yaptıklarımızı yaparlardı demek, bir zamanlar rahmetli Erbakan Hoca’nın "yaşasaydı Atatürk de bizim partimize oy verirdi" demekten başka bir şey değildir.

Yenikapı ruhu ne kadar başarılı olursa olsun sonrasında yaşananlara baktığımızda farklılıkları göz ardı eden her türlü yaklaşım, bütün iyi niyet girişimlerini gölgede bırakmayı sürdürecektir.

Çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler'le birlikte doğrudan doğruya 'FETÖ' terör örgütü ile organik bağı olmayan barış için imza atan akademisyenlerden, eğitim sen üyelerine kadar pek çok kişinin durumu kamu vicdanını yaralamaktadır.

Benzer sıkıntı özellikle üniversite bünyesinde birtakım ihbarlar üzerinden ilişiği kesilen akademisyenler için de yaşanmaktadır. Kapatılan üniversitelerdeki akademik, idari personel ve öğrencilerin durumu da belirsizliğini korumayı sürdürmektedir. Özellikle bu üniversitelerdeki akademik personelin bundan sonraki hayatlarında uzun uğraşlar vererek kendilerini vakfettikleri işlerinden uzaklaşmış olmaları ve bundan sonraki hayatlarında da büyük bir belirsizlik içinde olmaları ümit kırıcıdır.

İnsanların içinde yaşadıkları ülkeye ve geleceğe dönük umutlarının kırılması kadar yıkıcı ve bir o kadar da tahrip edici bir durum söz konusu değildir. Televizyon ekranlarında ahkâm kesen yorumcuların, bir gecede sadece bu kurumlarda çalıştıkları için işsiz kalan ve geleceğinin ne olduğu belli olmayan insanlar konusunda söz ederlerken, kılı kırk yarmaları gerekmektedir.

İnsanları harcamanın çok kolay olduğu bir ülkeyiz. Maalesef geçmiş deneyimlerimiz bize bugünlerde yaşadıklarımızın farklı biçimlerde sık sık defalarca yaşandığını göstermiştir.

Bu ülkenin insanlarına rahat yüzü gösterme konusunda çok cimri davrandığını, kendisi gibi düşünmeyen herkesi belirli kalıplar içerisine hapsetmek suretiyle bertaraf ettiğini de biliyoruz. Hatta bugün ekranlara çıkıp geçmişte Kemalist zihniyetin yaptığı zulümden bahsedenler de çok iyi biliyorlar. Buna karşın her dönemin devletçi zihniyet kalıpları içerisinde farklı partilerden gelmelerine rağmen aynı potada buluşan iktidarlar yarattığını da yine uygulamalar bize fazlasıyla göstermiştir.

Gazetecilerin, aydınların, farklı zihinsel tahayyül sahibi insanların gözaltına alındığı ve bunun gerekçelerinin de çoğu zaman benzer saiklere dayandırıldığı bir ülkeyiz.

Hatırlatmakta fayda var; bugün, geçmişte yapılan anti demokratik uygulamaları ve baskıcı zihniyet üzerinden kendi yaptıklarını demokratik ve doğru olarak görenlerin yaptıkları da gelecekte benzer eleştirilere maruz kalacaktır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren iki yumuşak karnı olarak nitelendirebileceğimiz Kürt sorunu ve laiklik anlayışı üzerinden süren tartışmalar bugün de etkisini sürdürmektedir.

12 Eylül 1980 sonrası Kürtler için "Karda yürürken çıkartılan sesler" den geldiğini iddia eden ve bu doğrultuda devlet bürokrasisini şekillendiren bir zihniyetin bugün otuz altıncı yılı doluyor.

Son otuz iki yıldır adı konulmamış bir savaş ülkemizi yakıp kavuruyor ve bu uğurda verilen can kaybımız her geçen gün biraz daha artıyor. Yaşananların ekonomik anlamdaki yükü ve toplumsal hayatımız üzerindeki baskısı ise çok ama çok ağır.

İç barışı sağlayamadığı için sürekli olarak bir tarafı eksik kalan bir ülke olmaya mahkum hale getiriliyoruz. Yaşadıklarımız üzerine kendi sorumluluklarımızı ve yapabileceklerimizi devreye sokmak yerine ise suçu genelde dışarıda aramaya ve olanların sorumluluğunu bir başkasına devretmeye bayılıyoruz. Ortadoğu bataklığı içerisinde etrafımız yangın yeri haline dönüşmüşken içerideki ateşi arttırmanın ve gerilimi beslemenin kimseye bir yararı olmayacaktır. Tam tersine birbirimizle barışmaya ve gerçek anlamda bir mutabakatı sağlamaya ihtiyacımız var. Ancak görünen o ki bunu yine heba edeceğiz ve yine can kayıplarımız olmaya devam edecek.

Bir diğer sıkıntılı konumuz olan laiklik kavramının önemini hâlâ anlayamayan ve kendi bulunduğu pozisyon üzerinden din ve devlet işlerinin birbirine karışmaması açıklaması ile durumu kurtaran zihinsel yaklaşımlarla bir yere varamayız. Cumhuriyetin din olgusu ile kurmuş olduğu bağlantı üzerinden giderek sürekli mağduriyet edebiyatı üreterek büyüyen bir kesim var.

Buna karşın bu ülkenin liyakat sistemi ile yaşadığı sıkıntılar nedeniyle de mağdur olan binlerce insanı da unutmamalıyız. Gündelik hayat içerisinde insanlarımız namazında niyazında oldukları için ötekileştirilmiyorlar tam tersine son dönemde yaşadıklarımızın gösterdiği gibi ödüllendirilebiliyorlar.

Alnı secdeye değenlerin teröre bulaşmayacağı öngörüsü 15 Temmuz’da yaşadıklarımızla yanlışlanmış oldu. İstendiği kadar "FETÖ' aslında bir ruhban hareketidir ve İslam dışıdır" açıklamasında bulunulsun, hareketin tepesindekiler ile inanç boyutunda hizmet hareketine gönül verenler açısından durum aynı kefede değildir.

Son dönemde Gülen hareketinin Kemalizmin çocuğu olduğunu ileri sürecek kadar pervasızlaşan ve yaşanan bütün süreçler üzerinden asıl amacını ortaya koymadan sürekli olarak konunun etrafından dolananlara bir önerim var. Eğer bu ülkede gerçek anlamda toplum olma vasfını kazanmak istiyorsak bir arada belirli değerler üzerinde konuşup, tartışmak ve bunlar üzerinden bir karara varmak zorundayız.

Kendi pozisyonumuzu yek diğerlerine sadece güç üzerinden empoze etmeye kalktığımız her an, bir sonraki aşamayı daha sıkıntılı ve içinden çıkılmaz hale getiriyoruz. Gelin hep birlikte kavramları birbirine karıştırmadan ve kendi pozisyonumuzun mükemmel, mutlak doğru ve kaçınılmaz olduğunu savunmadan konuşalım. Aksi takdirde sürekli olarak birbirimiz hakkındaki ön yargılarımız ve komplo mantığımız devreye girecektir. Her şeyin birbirine karıştığı ve herkesin birbirine şüpheyle yaklaştığı bir rejim ne cumhuriyettir ne de demokrasi. 

Her şeyden biraz olan ama gerçek anlamda yurttaşlarının geleceğini(yaşam, mülkiyet,iş güvencesi vb.) muhafaza edemeyen ülkeler de çalkantılar sona ermez. Vicdan ve basiret sahibi insanlara bugün her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var. Farklı seslere ve vicdanı borçsuz olanların söylediklerine daha fazla kulak verme zamanlarındayız.