Hürriyet gazetesinde 9 yılı aşkın okur temsilciliği, medya ombudsmanlığı yapan Faruk Bildirici son kitabı ve Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan "Medyanın ombudsmanı Saray'ın medyası-Hürriyet'teki etik kavgasının bilinmeyenleri" kitabını T24'e anlattı.
Doğan Grubu'ndan Demirören Grubu'na satılan Hürriyet gazetesindeki etik kavgasının muhataplarını kaleme alan Bildirici bugün de medya ombudsmanlığı mücadelesini bağımsız olarak devam ettiriyor.
Kitabının bir "intikam, nefret, kin" kitabı olmadığını ifade eden Bildirici, kitabında Doğan Grubu'nun patronu Aydın Doğan'la, kimi köşe yazarlarıyla yaptığı tartışmaları kaleme aldı. Bu kitapla okurlar karşısında 'çıplak' kalmak istediğini söyleyen Bildirici "Benim de herkes gibi hatalarım var, eksilerim artılarım var, başarısızlıklarım var. Bunun okurlar bilmek zorunda. Ama sadece ben değil diğer gazetecilerin de soyunması lazım. Benim onların okur karşısında çıplak kalmalarına yardımcı olmam lazım diye düşündüm" dedi.
Hürriyet gazetesindeki kimi isimlerin gazetecilik ilkelerine nasıl direndiğini de anlatan Bildirici gazetecilerin de hatalı olduğunu, mesleğine sahip çıkmadığını ifade etti.
Aydın Doğan'ın kendisiyle ilgili gönderdiği bölümü 'hayal kırıklığı', 'dedikodu' olarak değerlendirmesini de Bildirici "Bir medya patronu ile benim gibi bir gazetecinin dünyaya ve gazeteciliğe aynı pencereden bakmayacağı aşikar. Buna şaşırmıyorum. Ama yine de daha anlayışla karşılamasını daha makul cevap vermesini bekliyordum" sözleriyle yorumladı.
Bildirici söyleşisinden bazı bölümler şöyle:
"Okur karşısında 'çıplak' olmak istedim; diğer gazetecilerin de 'soyunması' lazım"
"Bu bir kin, intikam, nefret kitabı değil bir 'itiraz' kitabı. Benim de içinde bulunduğum dönemde yapılan gazeteciliğe itirazı dile getirdim. Hürriyet gazetesinde okur temsilciliğini yürütürken benden önce Doğan Grubu yayın ilkeleri duvara asılmıştı. Fakat o ilkeleri savunup, yanlışlara itiraz etmeye başlayınca aslında istenen şeyin o ilkelerin duvarda kalması, vitrin süsü olması istendiği ortaya çıktı. O zaman da benim varlığım bir mücadeleye çatışmaya itiraz serüvenine dönüştü.
Yaşadığım etik kavgayı, toplantıları, kulisleri, hep not ettim. Kitapta perde arkasını yazdım. Aslında ben çıplak kalmak istedim. Okurların karşısında mesleğinde 40 yılını doldurmuş bir gazeteci olarak çıplak kalmak istedim. Benim de herkes gibi hatalarım var, eksilerim artılarım var, başarısızlıklarım var. Bunun okurlar bilmek zorunda. Ama sadece ben değil diğer gazetecilerin de soyunması lazım. Benim onların okur karşısında çıplak kalmalarına yardımcı olmam lazım diye düşündüm.
"Vitrin süsü olmaya itiraz edince sorunlar başladı"
Benden beklenen şey aslında beklenmesi gereken şey, yayın ilkeleri, evrensel gazetecilik ilkeleri adına Hürriyet’te yapılanları denetlememdi. Özdenetim yapmaktı. Gerçekte istenen şey ise özdenetim mekanizması değil de PR ilişkisi yürütmemdi. Yani okurlarla gazetenin ilişkisini düzenlemek, vitrine bir süs olarak konmaktı. Ben onu kabul etmeyince sorunlar başladı tabii.
Gazetecilik şeffaf yapılması gereken bir meslektir. Üstelik her alanında her adımında her saniyesinde şeffaf olmak zorunda. Vitrinde başka görüneceksiniz arkada başka işler yapacaksınız bu olmaz. Eğer başka bir yüzünüz varsa o zaman o maskeyi çıkaracaksınız. Kimsenin özel alanına girmeden tuttuğum notlar ve belgelere dayanarak etik kavgayı anlattım.
Aydın Doğan'ın kendisiyle ilgili bölüme verdiği yanıt
Bir medya patronu ile benim gibi bir gazetecinin dünyaya ve gazeteciliğe aynı pencereden bakmayacağı aşikar. Buna şaşırmıyorum. Ama yine de daha anlayışla karşılamasını daha makul cevap vermesini bekliyordum. Bazı bölümlere burada hata var, ya da bazı bölümleri yayınlamasan olur mu demesini beklerdim. Ama bana bu kitabı kin ve nefretinle yazmışsın gibi bir şey dedi. Buna şaşırdım. Burada kin ve nefret yok. Bazı insanları rencide etmemek için kırmamak için eksiği var fazlası yok. Hürriyet’teki dönemde beni en çok etkileyen Aydın Doğan cümlelerinden biri şudur: Aydın Bey, Ankara’ya gelmişti, gazeteden yazar ve yöneticilerin olduğu bir yemekte 'Ben bu günlerde çok mutluyum, dört kızıma dört oyuncak verdim. Çok mutluyum.'
Sendikasızlaştırma ve Ertuğrul Özkök'ün payı
O oyuncaklardan biri Hürriyet, bizler ise o oyuncak içindeki daha küçük oyuncaklarız diye düşündüm. Ve bunu bize söylüyor. Normal koşullarda ‘Aydın Bey ne diyorsunuz dememiz gerekirdi' ama diyemedim o hatayı yaptım. Ama o cümleyi içimde sakladım ve bu kitapta yazdım. Aslında Aydın Doğan’ın bize böyle baktığını anladım. Nasıl anladım… Sendikayı uzaklaştırdı. Ertuğrul Özkök’ün de çok payı var. Aydın Doğan Hürriyet önce Milliyet’i satın almıştı. Milliyet’te de bir sendikasızlaştırma operasyonu yürüttü. Sonra Hürriyet’te getirdi. Ertuğrul Özkök İstanbul’da insanları işten atmakla tehdit ederek üzerlerinde baskı kurarak herkesin sendikadan istifa etmesini sağladı.
"Gazeteciler direnmedi kendi mesleklerine sahip çıkmadı"
Her olayda tek tarafın suçlu olduğunu düşünmüyorum. Gazetecilerin de kabahati var. Kimse bana istifa et demedi. Kimseye de istifa et diyemedim. Bu herkesin kendisinin vereceği bir karardı. Milliyet’te birkaç arkadaşımız bu yüzden işten atıldı. O dönemde yaşanan kartelleşme nedeniyle gazeteciler güçsüzdü. Aydın Doğan’la- Dinç Bilgin arasında, çıkarılan insanları işe almamak üzerine bir protokol vardı. Bu kartel anlaşmasından önce gazetecilerin patronlarına, yayın çizgisine kızdıkları zaman işten ayrılıp başka iş bulma şansları vardı. O şansı ortadan kaldırdılar.
Okur temsilcisi olarak Hürriyet gazetesinde her istediğimi yazamadım, yazmam engellendi. Hele hele yazı işlerine, ünlü yazarlara sıra geldiği zaman, onlarla ilgili eleştiri yapmam söz konusu olduğu zaman daha çok engellendim. Oysa ben şuna inandım, bir gazetede editoryal hata varsa bunda birinci derece sorumlu o haberi yazan kişi değil o haberi yayımlayan kişidir. Zincirin en tepesindeki kişidir. Muhabirlerden çok yöneticileri yazarları eleştirmeye çalıştım.
"Ayşe Arman'ın paralı röportajlarını gazete de benimsedi"
İlk karşı karşıya geldiğim duvar Ayşe Arman’la ilgiliydi. Ayşe Arman ‘Yarıda Kalan Hayatlar’ diye resmen parayla söyleşiler yaptı. Gerekçesi de şuydu kendisinin ki ilk başta daha masum bir gerekçeydi. Diyordu ki 'ben 20 lira karşılığında bir doktorla, bir pastane sahibiyle söyleşi yaparım onu ihtiyacı olan birine veririm.' Amaç doğru ama amaç aracı mubah kılmaz. Paralı röportajlara gitti, gazete de bunu benimsedi. Ahmet Hakan, Cengiz Semercioğlu değil sadece... Mesela Onur Baştürk, Ertuğrul Özkök araba kullanmamasına rağmen araba tanıtımlarına gittiler.
Ben bir eleştiri geldiğinde okurdan ya da ben eleştirilmesi gereken bir durum olduğunda hemen kendilerine yazıyordum, cevap alıyordum. O cevap üzerine tartışıyorduk. Tartışmada birbirimizi ikna edebilirsek yazmıyordum. Aksi halde yazıyordum. Bazen de ortada ciddi bir etik problem olduğunda bazen yazmama engel konuyordu. Ben her hafta yazımı yazdığımda genel yayın yönetmenine gönderiyordum. Enis Berberoğlu’ydu ilk çalıştığım genel yayın yönetmeni. O bir süre sonra bu yazıları Vuslat Hanım’a (Vuslat Doğan Sabancı) da göndermemi istedi. Tabii bana şu sorulabilir 'kardeşim madem bu kadar sansüre uğruyorsun niye yaptın bu işi? Niye tepki göstermedin?' Ben tepkimi her defasında gösterdim, itirazımı yaptım. Ama önümde iki yol vardı, ya ilk sansürde oradan istifa edecektim ya da mücadele edecektim. Mücadele etmeseydim böyle bir mücadele de olmazdı, böyle bir kitap çıkmazdı. Engellere rağmen tartışarak, pazarlıklar yaparak, bazen iki adım giderek, bazen yana çekilerek bir şekilde sürdürdüm ki 9 yıl sonra daha da sürdürülemez noktaya gelince artık orada ipler koptu.
"Doğan Grubu'nun teslimiyet çizgisi de yetmedi"
Taha Akyol’un, Mehmet Y. Yılmaz’ın yazılarında bir maddi hata oluyor, söylüyorsun düzeltiyorlar. Ama başka birine söylüyorsun, düzeltmiyor. Ne yapıyorsun kendin düzeltiyorsun. Burada etik bir sorun var, bu halkla ilişkiler haberi, yazarımız para almış gibi... Bunların okur tarafından bilinmesi gerekiyor. Amacım onun düzeltilmesini sağlamak, bir daha tekrarının olmaması sağlamak, bütün gazetecilerin doğruyu öğrenmelerini sağlamak. Bir yanlışın mesleğim adına artı değere dönüşmesini sağlamak. Bana kızan insanların bile bu süreçten kazanımlarla çıktığını, bir şeyleri değiştirerek çıktığına eminim doğrusu.
Aydın Doğan da gazete yöneticileri şöyle bir algı içerisindeydi 2002’de… 'Biz ne iktidarlar gördük geçirdik. Bu iktidarla da bakarız duruma bir şekilde arayı düzeltiriz, yapar gideriz.' Ki ondan önce özelleştirmeler, siyaset mühendisliği, hükümet kurmalar devirmeler olmuştu. Gazetecilik çamura bulanmıştı. Fakat bekledikleri gibi olmadı. Tayyip Erdoğan’ın her zaman söylediği gibi 'bu medyayla savaşarak' geldi ve savaşı bırakmadı. İlk kurban Star grubuydu, sonra Dinç Bilgin grubuyla devam etti. Diz çöktürmesi gereken grup Doğan Grubu'ydu. Doğan Grubu, 'arayı düzeltiriz' beklentisi gerçekleşmeyince geri adım atmaya başladı. Yazar kadrosu tasfiye oldu. Bununla kalmadı gazetenin yayın çizgisi haberler sürekli geriledi. Teslimiyet çizgisine gelindi ama bu da yetmedi. Vergi cezaları geldi, vergi cezalarından sonra yine iktidarla bir dönem ara düzeltilir gibi oldu. Bu da yetmedi. Tayyip Erdoğan, Aydın Doğan’dan çekilmesini istedi ve o da onun gösterdiği kişi Demirören’e devretti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'la Aydın Doğan'ın görüşmesi
Doğan Grubu 1 milyar 100 milyon doların üzerinde, Ziraat Bankası’ndan alınan parayla devredilmişti Demirörenlere. Bugün satılmaya kalksa asla o para yapmaz. Erittiler. Bu yayın organlarını, geliştirmek, güçlendirmek, gazetecilik, yayıncılık yapmak için değil, iktidar kontrolünde yayın yapmaları için aldılar. Bu iktidarın en önemli özelliklerinden birisi de en ufak aykırı sese tahammül edememeleri.
Aydın Doğan, Hande Fırat'la Tayyip Erdoğan'a gitti. Görüşmesinin iki maddesi vardı. Biri referandum. Diğeri de o dönemde cezaevinde olan Doğan Grubu Ankara Temsilcisi Barbaros Muratoğlu’nun durumu. O görüşmeyi gazete yazar ve yöneticilerle bir yemek yedi. Ben de o gün not almıştım. Barbaroğlu’nun bir suçu olmadığını, iddiaların doğru olmadığını anlatıyor Aydın Doğan, Tayyip Erdoğan'a. Tayyip Erdoğan da 'onun durumu farklı, ama ben zaten iki adamın serbest bırakılması talimatını verdim" diyor. Bir yöneticiyle bir avukatla ilgili soruşturma vardı, onlar soruşturmadan sonra tutuklanmamışlardı onları kastediyor. Tayyip Erdoğan’ın bu soruşturma sürecine ne kadar müdahil olduğunu çok net olarak anlıyoruz.
Referandum pazarlığı
Referandum yaklaşıyordu, referandum süresince Doğan Grubu ve Hürriyet’in nasıl tavır alacağı konuşulmuştu. Aydın Bey kendisine söz veriyor. Biz 'Hayır' kampanyasını yürütmeyeceğiz, 'Evet' kampanyası da yürütmeyeceğiz. Sedat Ergin genel yayın yönetmeniydi o zaman. Ben de birkaç gün önce tam da bu da bu konuda bir yazı yazmıştım; referandumda gazeteciliğin tavrı ne olmalı gerektiği konusunda. Evet haberlerde referandum konusunda taraf olunmamalı ama referandumun içeriği konusunda, getireceği olumsuzluklar konusunda okurlara bilgi verilmek zorunda. Yazarların 'Evet' ya da 'Hayır' konusunda özgürlükleri olmak zorunda. Aydın Bey 'Ben Tayyip Bey’e Fatih Çekirge 'Evet' yönünde bir yazı yazdı, Abdülkadir Selvi ve diğerleri zaten karşı değiller, Deniz Zeyrek’in burada görüşü belli, bundan sonra da çok 'Hayır' diyecek yazar da kalmadı, kalırsa da onlara yazdırmam dedim' gibi şeyler söyledi. Ben de bunun doğru olmadığını söyledim. Yazarların yazma özgürlüğü olması gerektiğini söyledim. Başka gazeteciler de var orada, ben ısrar edince Aydın Bey 'gazete benim' deyince tartışma noktalandı. O gün kimse destek vermedi. Belki onlar da tartışmayı yeterli gördü. Kimseyi suçlamak istemem.
Hürriyet’teki etik kavgası başka hangi gazetede yapılabilirdi bilmiyorum. Benim gibi birisi başka bir gazetede 9 yıl değil 9 gün kalabilirdi. Ben sürdürebildim, buna izin verdiler. Bunu anlayışla karşıladılar. Bunda benim fikirlerini söyleyen ama bunu sertleştirmeyen bir kişi olmamın rolü de var.
"Yanlışlara kulak asmadan devam ediyorlar"
Kimseye kızgın değilim, beni ikna ederlerse ya da ben onları yanlış yaptıkları konusunda ikna edersem geri atmaya da hazırım. Ben yanlışlar silsilesine itiraz ediyorum. Bu yanlışlar silsilesine çoğunlukla da kulak asmadan devam ediyorlar. Ben meslektaşlarımın buna hakkı olmadıkları için itiraz ediyorum. Mücadelenin değerine inanıyorum, insanlar illaki kazanmak için mücadeleye girişmezler. Okur temsilcisi mücadelesine girdiğimde herkesin benim dediklerimi ya da evrensel gazetecilik ilkeleriyle pürüzsüz gazetecilik yapmayacağını biliyordum. Koşulların da buna uygun olmadığını biliyordum. Yüzde yüz bir başarı yoktu, nitekim de öyle oldu. Okur temsilciliğinin bu şekilde yapılabileceğini, doğrusunun bu olduğunu kanıtladım sanıyorum. Okurlar da yayın ilkelerinin önemini kavradılar. Ben sadece mesleğimi yapmadım bir hayalin de peşinden de koştum."