Yasemin Çongar
(Taraf, 21 Nisan 2012)
Esnek olanın, haliyle de kolay kırılmayanın bile pekâlâ haddinden fazla gerilebileceğini, gün gelip inceldiği yerden kopabileceğini hatırlatıyor kitap. Ama “kesin” görünenin, “katı” olanın da illâ ki hemencecik kırılıp kalmadığını düşünüyorsunuz okurken; bazen bir ihtiyarın inadı kadar kararlı ya da yaralı bir kadının hafızası kadar kendinden emin, öyle gergin, öyle dokunsan kanatacak kadar keskin sürüp gidebiliyor ilişkiler. Yıllarca. Ömür boyu, ömürler boyu. Gerginlik, “görünür,” o gerginliği mümkün ve sürdürülebilir kılan esneklik ise hep biraz “gizli” kalıyor. Hayatımız da zaten, daha ziyade böyle, sırrını sımsıkı saklayan ilişkilerin üzerinden kayarak icra ediyor kendini. Bir el var sanki bizi tutan; bir kemanın ha koptu ha kopacak telleri üzerinde bizi gezdiren bir el var. Çıkardığımız nice akortsuz ses gibi, nihayetinde bizden kalacak yegâne müziği de, emirle yürek arasındaki o ezelî çekişme belirliyor. Hâlâ yaşıyorsak, hayat kendi kitabına direndiği içindir belki, metin er geç bağlamına yenildiği içindir. Belki de...
Neme lâzım, ben en başından söyleyeyim
İnsanı, her şeyi bırakıp, bu iki kelimeden müteşekkil bir ismin kendine çizebileceği binbir kader çeşidi üzerine zihin oyunları kurmaya kışkırtan ismiyle Sadakat Kadri, bana olduğu gibi size de, henüz kaleminden çıkmış hiçbir şeyi okumamışken bile “âşina” gelebilir bir ihtimal, ama aynı zihin oyunlarını onun da oynadığı kuşkusunu yaratan katmerli hayat hikâyesini biraz karıştırınca, Kadri’yi tanıdık olduğu kadar “yabancı” da bulmanız mümkün:
1964 Londra doğumlu bir hukukçu; Finlandiyalı bir anneyle, Pakistanlı bir babanın Müslüman çocuğu. Cambridge Trinity College’da tarih ve hukuk okumuş, sonra Amerika’ya gidip Harvard’da hukuk mastırı yapmış, burada Barack Obama’yla sınıf arkadaşıymış, mezuniyet sonrası New York Barosu’na girmiş, dönüp Londra’da ceza avukatı olmuş, insan hakları hukukunda uzmanlaşmış.
Kadri hakkında sağda solda yazılanları okumaya başlayınca, Batı’daki ceza hukuku sisteminin dile kolay dört bin yılını kapsayan kitabı The Trial: A History from Socrates to O.J. Simpson’ ın vaktiyle niye çok ses getirdiğini de anlayabildim. Şimdi elektronik kopyasını karıştırdığım The Trial, aslında çok daha yakın bir okumayı hakkediyor. Zira, isminin eleverdiği üzere, hukuk tarihini, kanunlardan ziyade davalarda yoğunlaşarak anlatıyor kitap. İsa’dan dört asır önce beş yüz Atinalının, “soruyor, öğretiyor” diye idam ettiği yetmişlik filozoftan, yirminci asrın sonunda, Amerikalı bir jürinin aleyhindeki bilumum delile rağmen çifte cinayetten beraat ettirdiği ünlü futbolcuya kadar, önemli sanıkları tek tek anlatan kitap, mahkeme salonlarına girip çıkıyor haliyle; sayfalarında, gerçek insanların ilişkileri var ve okurken, insanı, yani hayatı, yani bireyin hikâyesini merkezine alan bir anlatımın, adalet duygusu ve adalet ölçüsü hakkında düşünmeyi, erki, yani kitabı, yani hukuku merkeze alan bir anlatıma kıyasla kolaylaştırdığını seziyorsunuz. 1499’da Evreux’de, hücresinde kendini asan bir kadın mahkûmun, bu kez de intihar suçundan idama mahkûm olup, cellatların elinde yeniden darağacına taşınmasını okuduğunuzda mesela, sadece Ortaçağ Fransası üzerine değil, genel olarak insanlığın, özel olarak da modern bireyin bakışı hakkında, kendinizin neyi “kutsal,” neyi “insanî” addettiğiniz hakkında taze sorular beliriyor kafanızda.
Kadri’yi farklı kılan bir başka özelliği, bütün bu hukuk ve tarih kariyerinin orta yerinde, bir seyahat yazarı, bir denemeci olarak da dikiliyor oluşu. 1991’de, Kadife Devrimi yerinde izledikten sonra yazdığı Prag Şehir Rehberi ’ni, “Bir şehir, hakikati aramayan turistlere bile hakikatli bir şekilde anlatılmalı” diye düşünenler okusun istemiş; o rehberi alacağım.
Bütün bu teferruatı üzerinize öyle lalettayin bir şekilde yığdığımı sanmayın. Kadri’nin Amerika’da yeni yayımlanan Heaven on Earth: A Journey Through Shari’a Law (Yeryüzündeki Cennet: Şeriat Hukukunun İçinden Bir Yolculuk) adlı kitabı, tam yerinde kullanılmayan bir kelimenin bile kolaylıkla kıvılcım işlevi gördüğü, kuru ot yığınları misali her an tutuşmaya müsait bekleyen kabullerimizin kucağına bırakılmış bir ateş topu aslında. Eh, bilen bilir buraların âdâbını; “kutsalımız” üzerine söz söyleyene “sen kimsin” deme hakkını elimizde tutmayı severiz biz.
Kadri de “kutsalımız” üzerine söz söylerken “bizi” biliyor; Heaven on Earth’e, Hindistan Müslümanlarının cinli perili âlemlerinin gayet kaygan zemininden girizgâh yaptıktan sonra, şöyle demiş: “Ola ki bunu söylemek gerekirse –ki muhtemelen gerekiyor— bu kitap, herhangi bir yerinde Muhammed Peygamber’in kutsal değerine, İslam’ın apaçık ortada olan cazibesine ya da Allah’ın her şeye kâdir olan kudretine karşı gelme niyeti taşımamaktadır.” Sayfayı çevirince, yazarın, bu ciddi beyanın ardından, bu kez daha mütebessim bir ifadeyle, onuncu asırda yaşamış Arap gezgin El-Mesûdî’ye selam vererek kendini kollamayı sürdürdüğünü görüyoruz: “Eğer mükemmel bilgiye sahip olanlar haricinde hiçkimse kitap yazmasaydı, hiç kitap yazılmazdı yeryüzünde.”
Müslümanlar cahil, İslam’ı eleştirenler cahil
Kitap, iki ana bölümden oluşuyor. İslam’ın on dört asırlık tarihini anlatan “Geçmiş” başlıklı bölüm, Cebrail’in emriyle başlıyor: “Oku!” Nice sâdık rüya sonrası, Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda yine hırkasına ve yine düşüncelerine sarınmış bir halde geceyi beklerken, vahiy meleğinin emriyle, imkânsız zannettiklerinin mümkün olduğunun bilgisine ermeye başlayan Muhammed Peygamber’i, o andan itibaren, hem yirmi yıl boyunca vahyedilecek ve akabinde “dünyayı değiştirecek” olan Allah kelâmının yeryüzündeki ilk sahibi ve ilâhî bir elçi olarak, hem de hepimiz gibi kudsiyetini insanlığında bulan bir kul olarak hikâye ediyor Kadri. Aralarındaki çelişki hiç tükenmeyen hadislerin ışığında yazılması, bu hikâyeyi ihtimaller açısından zengin ve katmanlı kılıyor haliyle, ama Kadri’nin İslam tarihinin merkezî anlatısından uzaklaşmamaya özen gösterdiği de açık. Kitabın bu bölümünde, geçmişe özgün bir bakış gayretinden ziyade, İslam’ın köklerini özellikle gayrımüslim okur açısından yakına getirme, kudsiyetinin kaynaklarını sorgulamaksızın “insanî” ve “hakiki” kılma çabası var.
Din âlimlerinin özellikle sekizinci asırdan itibaren şekillendirmeye başladıkları İslamî hukuk ilmi “fıkıh”ın insan eli değmiş “dünyevîliği” ile Müslümanların nasıl yaşaması ve nasıl ibadet etmesi gerektiğini belirleyen temel kanun olarak “Şeriat”ın “ilâhîliği” arasındaki ayrımı özellikle vurguluyor Kadri. Bununla birlikte, “dokuzuncu asırdan itibaren şartlarını ve kurallarını yazıya geçirmeye başlayan bu muazzam sözlü geleneğin,” hadislerin bizatihî çelişkili niteliği nedeniyle, “Müslümanları sürekli tercih yapmak durumunda bıraktığını” ve “Müslümanların da, esasen son 1400 yılı tercih yaparak geçirdiklerini” not düşüyor. Bu tercihlerin, özellikle son kırk yıl içinde dünyanın bazı yerlerinde büsbütün radikalleştiğini; İslamî ceza hukukunun, Suudi Arabistan’dan sonra, ilkin 1970’lerde Kaddafi’nin Libya’sında, ardından 1979’dan itibaren İran ve Pakistan’da uygulamaya konmasının radikalizme bir nevî şemsiye sağladığını anlatırken, İslamî tercihlerdeki bu kırılmanın kaynağının Sünni âleminde de, Şii âleminde de “tarih ya da aslî gelenek” değil, “siyasi karmaşadan ve çıkmazdan kaynaklı bir yaratılmış gelenek” olduğunu söylemeden geçmiyor.
Kadri, İslam konusunda zır cahil kaldıklarını 11 Eylül 2011 sonrasında daha iyi kavradığı gayrımüslimlerin içinde yetişmiş bir Batılı. Aynı zamanda, kendisi de “cahil bir Müslüman” ve her şeyden evvel öğrenmek için, anlamak ve anlatmak için yazıyor bu kitabı. “Şeriat nedir” sorusuna cevap almanın bile imkânsız olduğu bir seküler Müslüman muhitten çıkıp, “Şeriat”ın her şeyden önce –etimolojik olarak– “susamış insanı suya ulaştıran bir yol” olduğunu dindaşlarına da hatırlatarak yazıyor. Müslümanların hayatlarını, “Şeriat” kurallarına uygun olarak şekillendirme hakkını savunan bir hukukçu var karşımızda, ama “Şeriat”ı, baskı ve şiddet siyasetinin kaynağı olarak yeniden yaratanları bir tarihçi, bir yazar ve insan hakları aktivisti olarak uyarmayı da ihmal etmiyor: “İlâhî otoriteye sahip olduğunu iddia etmek, ilâhî otoriteye sahip olmakla aynı şey değildir.”
Bir ölümlünün gerçekten kaybettiği an
Heaven on Earth’ün İslam tarihini bilenlere, ilkinden çok daha ilginç geleceğini sandığım ikinci bölümü, “Şimdiki Zaman” başlığını taşıyor. Kadri, bu bölümde, üç yıl boyunca özellikle Pakistan ve İran’da medreselerde, tekkelerde, şeyhlerle, müftülerle, ilahiyatçılarla, hukukçularla ve onların talebeleriyle yaptığı konuşmalardan süzdüğü “modern Şeriat” yorumlarını anlatıyor; yolu Türkiye dahil Müslüman nüfusun yoğun olduğu birçok ülkeye düşerken, Suudi Arabistan, Libya, Sudan, Nijerya, Moritanya gibi yerlerdeki İslamî ceza hukuku uygulamalarının da çetelesini tutuyor.
Bu bölümü, dosyasına hâkim bir gazetecinin ayrıntıdaki şeytanları fark ederek yazdığı renkli bir röportaj ya da oryantalizmin tuzağına düşmemeyi bilecek kadar “oryantal” kalmayı başarabilen bir gezginin hakikatli izlenimleri niyetine de okuyabilirsiniz. Bense, en çok Kadri’nin, yaşayan “Şeriat” yorumları arasındaki olağanüstü çeşitliliği göz önüne sermesinden, en “radikal” bilinen cenahlarda bile “tartışmaya açık” bir duruş yakalayıp, üzerine gitmesinden etkilendim. Zina yapan kadınların recmedilmesi, hırsızların ellerinin kesilmesi, lezbiyenlerin kırbaçlanması, eşcinsel erkeklerin idamı gibi uygulamaların uzak ve yakın tarihine bakan Kadri, bu cezaların son kırk yılda “ilâhi” bir zaruretten ziyade, “modern bir siyasi işlev” gereği arttığını Pakistan’dan, İran’dan, Arap âleminden hocalara da teyid ettiriyor. İyi haber, bu cezaların, son yıllarda “Şeriat”ın uygulandığı her yerde istisnasız olarak ciddi bir azalma göstermesi.
Ama bunun sebebini, İslamî reformda ya da “ılımlıların” dine yeniden hâkim olmaya başlamasında vesaire aramaya hâcet yok. Kadri, altı asırlık Osmanlı tarihinde tek bir “recm” vakâsının yaşandığını boşuna hatırlatmıyor; yirminci asır sonu siyasetinin bir gereği olarak artan recm cezaları, şimdi yirmi birinci asır siyasetinin baskısıyla azalıyor. Heaven on Earth’ü, bu gözlemlere yoğunlaşarak okuduğunuzda, hayatın bütün dünyevî ve uhrevî yönleriyle, özünde bir “metin ve bağlam” çekişmesi olduğunu daha iyi kavrıyorsunuz. Bağlamın metne galip gelmesinin de her zaman hayırhâh olmadığını kabul etmek gerekiyor o vakit.
Dokuzuncu asırda yaşamış Basra doğumlu yazar El Cahız’ın, Allah’ın cinsel ahlâk konusundaki yasakları ile müsamahası arasında nasıl incecik bir çizgi bıraktığını hatırlatan o meşhur sözünü burada tekrarlamaya gerek yok belki, ama Kadri, bir tarih anlatısı olarak başlayan kitabını, bir siyasi durum analiziyle bitirirken, İslamî ceza hukukunun bugün dünyadaki genel görünümünün, biraz da metindeki muğlaklıkların açtığı tercih alanı sayesinde “devâsâ bir yapboz tahtasını” andırdığını söylüyor. Sonra, ilhamını tarihten ve siyasetten de alsa, özü itibariyle olabilecek en saf, en ilâhî mesajla bağlıyor sözünü: “Fâniler, ancak yeryüzünde Allah’ın rolünü oynamaya kalktıklarında gerçekten kaybederler.”