Yeni bir siyasal kültüre, yeni bir sisteme ve yeni bir devlet-toplum ilişkisine doğru ilerlediğimiz aşikâr. Geç kalmış bir dönüşüm bu. Türkiye’deki toplumsal katmanların bazılarının yok yere ezilmesine, insanların ölmesine, kaynakların israfına yol açmış olan, hâlâ da yol açan bir gecikme. Bu kaçınılmaz dönüşümün yerel, bölgesel ve küresel dinamikleri var. Bu yazı, bahsi geçen dinamiklerin getirdiği gereklilikler ışığında 3 değişik kimlik-devlet ilişkisi modelini inceleyecek, üçünde de birer örnek seçip modelin Türkiye için esin kaynağı olup olamayacağını tartışmaya açacaktır.
'Yerel dinamikler'
Yerel dinamikler artık belli. Türkiye toplumu 1920 sisteminin içinde sıkışıp kalmış durumda. Bu sistem Türkiye’yi kurmuş, özgürleştirmiş, varoluşunu sağlamıştır. Ancak bu süreç acılı ve bedeli ağır olmuş, özellikle Anadolu’nun yerli halklarından gayrimüslim olanları silmiş, bir yüzyıl boyunca Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan Anadolu’ya göç etmek zorunda olanları asimile etmiş, geriye kalan kültürel ve dilsel farklılıkları folklorize ederek minik zararsız turistik objeler haline getirmiştir. Bu üç basamaklı tektipleştirme siyaseti, benim eksterminasyon (yok etme), asimilasyon ve folklorizasyon olarak nitelendirdiğim bu süreç , büyük ölçüde başarıya ulaşmıştır. Sürece hasbelkader direnebilen tek grup Kürt grubudur. Zira Kürtler Müslüman olduklarından 20. yüzyıl başında gerçekleştirilen yok etme politikalarının hedefi olmadılar hatta kimi durumlarda yok etme politikalarına alet edildiler, katıldılar. Kürtler otokton yani herhangi bir yerden göç etmemiş halk olduklarından diğer göçmen gruplar gibi asimile edilemediler. Ayrıca, ulaşılması güç yerlerde yaşıyorlardı ve farklı bir üretim biçimi içindeydiler . Kendilerini merkezî tektipleştirmeye boyun eğmek zorunda hissetmediler. Benzer sebeplerden ama daha da önemlisi sayıca kalabalık olduklarından folklorizasyona da direnip, şirin bir “kültürel zenginlik” literatürüne de sokulamadılar. Bugün Türkiye’de Laz deyince akla “komik” bir şive, fıkralar ve hamsi geliyor. İnsanlar Boşnak kelimesini duyunca börek, Arnavut kelimesini duyunca ciğer, Çerkez kelimesini duyunca tavuk düşünüyor, algılıyorlar. Aynı folklorizasyon Kürt kavramı için geçerli değil. Daha doğrusu akla ilk gelen Kürt böreği değil artık. Ama daha da ilginci Kürt örneğinden cesaret alarak Laz kimliği gibi diğer unutturulmuş, yok edilmiş kimlikler de yavaş yavaş uyanmaktalar. Hrant Dink’in dediği gibi “su, bir şekilde, çatlağını bulup” yeryüzüne ulaşabilmekte.
'Bölgesel dinamikler'
Bölgesel dinamikler de Türkiye’nin dayatmacı, devleti bireyin üstünde, sistemi yurttaştan “koruyan” siyaset anlayışında ısrar etmesini imkansız kılıyor. Elbette bölgedeki toplumsal kaynamanın merkezinde Batı değerleri olarak algılanan ama aslında evrenselliklerini ispat etmiş demokrasi, eşitlik, kimlikler arasındaki hiyerarşiyi ret, bireysel özgürlükler gibi kavramlar var. “Arap Baharı”nın en azından başlangıcında dinsel ve/veya etnik bir rekabet değil toplumsal “acıya dayanma eşiğinin” aşılması yatıyor. Alt-orta ve orta sınıfın diktatörlüklere, otoriter rejimlere başkaldırmasının ana sebebi sosyal dinamiklerde yatmakta. Daha sonra bu dinamiklerin kimliksel taleplere dönüşmesinin sebebi ise, bütün bu coğrafyada bulunan etno-sınıflar (bir sosyal sınıfın büyük bir ölçüde bir etnik gruba tekabül ettiği durumlar), dinsel sınıflar (bir sosyal sınıfın büyük bir ölçüde bir dinsel gruba tekabül ettiği durumlar). Kitlelerin kimliksel davalar için harekete geçmesi, sınıfsal davalar için harekete geçmelerinden -hâlâ- daha kolay. Türkiye’de de bir etno-sınıf var ve bu grup sosyal taleplerini kimliğinin inkârını protesto ederek dile getiriyor doğal olarak. Böyle bir “uyanış” ortamında, Türkiye’nin var olmaya devam edebilmesi için toplumun her kesiminden gelen “söz hakkı” taleplerine cevap vermesi gerek. Sivil Toplumun gitgide geliştiği, sosyal etkileşimlerin sıkılaştığı, iletişim yollarının sonsuzlaştığı bir ortamda “mühendis devlet”ten “hizmetkar devlet”e geçiş şart.
'Küresel dinamikler'
Küresel olarak bakıldığında rahatlıkla görülebileceği gibi 21. yüzyıl dünyasında merkeziyetçi, dayatmacı, tektipleştirici ulus-devlet (yani Baskın Oran’ın yalın tanımıyla “inşa etmek istediği ulusun etno-dinsel bir monoblok olduğunu varsayan ve durum böyle olmadığı için de onu asimilasyon ve/veya etno-dinsel temizlikle tektipleştirmeye çalışan devlet türü”) anlayışının zamanını doldurduğu, ademimerkeziyetçi, mikroaidiyetleri önemseyen ve kollayan, yurttaşların hizmetinde bir devletin ve bunun olmazsa olmazı gönüllü katılımcı bir demokrasinin yerleştiği görülebilir.
Daha açık bir şekilde söylemek gerekirse 19. yüzyılın ideali homojen ulus-devlet bir hülya olarak milyonlarca insanın ölümüne, sürülmesine sebep olduktan sonra dünya özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra uyandı. Artık kimlik dayatmaları bir suç olarak görülüyor. Her devlet, kendine has koşullarda, homojenleştirici ve merkeziyetçi anlayışı terk ederek ad hoc çözümler üretti, üretmeye de devam ediyor. Avrupa ve Ortadoğu ekseninde bu çoğunlukçuluk talebine devletler tarafından verilen cevaplar çeşitli ve bağlamsal. Ancak önemli olan, varlıklarına devam edebilen her devletin bir cevap vermiş olması ve bu çoğulcu aidiyeti üretemeyenlerin bir şekilde barışçıl (Çekoslovakya örneği) ya da kanlı (Yugoslavya örneği) bir biçimde dağılmış, bölünmüş olmaları.
Çoğul kültürel ve sosyal kimlik taleplerine getirilen cevaplar çok çeşitli ve karmaşık olsalar da, uygulanan sistemleri üç ana başlıkta toplayabileceğimizi düşünüyorum. Türkiye için çıkış yolu arayanlara kolaylık sağlamak amacıyla bu üç kategoriyi kısaca tanıtmak istiyorum. Ancak bunların birer “kategori” oldukları ve her kategori gibi sadece ve sadece düşünmeyi kolaylaştırmak için inşa edilmiş olduklarını da unutmamak gerek. Aslında her durum kendine özgüdür.
'1. “Azınlık” kavramının reddedildiği toplumlar'
Birinci tip devletler “Azınlık” kavramını olumsuz algılayan devletler olarak nitelendirilebilir.
Bu grup devletlerde toplumun içindeki ulus-devletin kimliğinden farklı bir kimlik taşıyan gruplar birer tehdit olarak algılanmıştır. Bu tip devletlere verilebilecek en uç örnek elbette Fransa’dır. Ancak Fransa 1950’lerde başlayan ve 1990’larda hızlanan bir décentralisation, yani merkezi egemenliğin adım adım yerele transfer edilmesi süreci sayesinde artık 1870’lerin Jakoben Fransası. Ülke “azınlık”, “azınlık hakları”, “özerklik” gibi rahatsız edici kavramları kullanmadan toplum içindeki kimlik katmanlarını memnun etmeyi, kısmen de olsa, başarabilmiştir. Örneğin 1951 Deixonne yasasıyla yerel ve bölgesel dillerden Baskça, Katalanca, Brötonca ve Oksitanca seçmeli ders eğitimini mümkün kılmış, bu dillere Korsikaca, Tahitice, Alzasca gibi diller eklenerek 1970’den beri yerel ve bölgesel diller bakalorya (merkezî Lise bitirme sınavı) sınavlarına dahil edilmiştir. Bu yasa, önce 1975 Bas-Lauriol yasasıyla daha sonra da 1995 Toubon yasasıyla daha da aşılmış ve yerel ve bölgesel dillerde eğitim verme hakkı bütün Fransa dillerine tanınmıştır. Fransa Kültür ve İletişim Bakanlığı bünyesinde bulunan ve eski adı “Fransızca Dili Genel Delegasyonu” olup 16 Ekim 2001’de “Fransızca Dili ve Fransa Dilleri Genel Delegasyonu” olarak değiştirilen resmî kurum, “Fransa Dilleri” kavramını şöyle tanımlamaktadır: “Fransa dilleri terimiyle kastedilen, Cumhuriyet topraklarında Fransa yurttaşlarınca geleneksel olarak konuşulan ve hiçbir devletin resmî dili olmayan, bölge veya azınlık dilleridir.” Bu bölge ve azınlık dillerinin sayısı, Deniz Aşırı Topraklar da katıldığında, 75’in üstündedir. Yalnızca Metropoliten Fransa’dakiler 16 tanedir ve bunlar “Bölgesel Diller” ve “Teritoryal Olmayan Diller” olarak ikiye ayrılır.
Ayrıca 1970’lerden beri Fransa’nın kamu okullarında göçmen asıllı öğrenciler Türkçe, Arapça, Portekizce, İspanyolca, Sırpça gibi dilleri hem Fransız Milli Eğitim sistemine bağlı hocalar aracılığı ile hem de yapılan ikili anlaşmalar gereğince köken ülkeden gelen ELCO’lar (Enseignement de Langue et Culture d’Origine – Köken Dil ve Kültürün Eğitimi) aracılığı ile, isteğe bağlı olarak, alabilmektedir. Dil konusunun dışında da bölgelerin siyasal ve teknik manevra kabiliyeti kademe kademe yükseltilmiştir. Örneğin Alsace-Moselle bölgesi dinsel hukuk, dernekler kanunu ve iş hukuku açısından diğer bölgelerden farklı bir yapıya sahipken bu bölgeselleşmenin tepe noktasını Korsika oluşturmaktadır. 1991 senesinde yapılan bir yasayla “Korsika Bölgesel Yönetimi” kurulmuştur. Bu Yasaya göre ada “Korsika Yürütme Konseyi”ne, “Korsika Meclisi”ne ve “Korsika Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Konseyi”ne sahiptir. Korsika’daki ulusalcı şiddet son bulmuştur. Tekrar etmekte fayda görüyorum, söz konusu décentralisation süreci ve bölgelere verilen göreceli egemenlik Fransa’da azınlık, özerklik, eyalet sistemi gibi kavramların hiçbiri kullanılmadan, pragmatik bir biçimde yapılmaktadır. Yani, Fransa, üniter devlet sistemini koruyarak ulus-devlet olmaktan çıkmıştır. Çünkü azınlıklarına azınlık demeden, vatandaş diyerek “desantralize” haklar vermiştir.
Bu tip bir yaklaşımın Türkiye için uygulanabilirliği kanımca vardır. Ancak bir şartla. O da 1454 tarihli Millet Sistemi’ni artık terk ederek. Diğer bir deyişle azınlık kavramı bu kadar kirlendiyse ve ezilmişlikle ve, ikinci sınıf vatandaşlık ile eş değerde görülüyor ise, aslında sosyolojik olarak birebir azınlık tanımına girebilecek olan Kürtler ve Aleviler bu statüyü reddediyorlarsa, artık azınlık kavramının bütün Türkiye için terk edilme zamanı gelmiştir. Gayrimüslimler dâhil. Fransa tipi bir yaklaşım, yeni anayasal sistemde ve takip eden organik yasalarda azınlık kavramını tamamen dışlamalı, Gayrimüslimlere birinci sınıf vatandaş olarak kendi iç yapılanmalarına kendileri karar verme yetkisini tanımalıdır. Bireylere “bu devlet benim” dedirtebilmelidir. Kendisine “laik” diyen bir devletin, vatandaşları arasında dinsel bir ayrıma gitmesi söz konusu olamamalıdır.
'2. “Azınlık” kavramını kabul etmiş toplumlar'
İkinci tip devletler ise tam tersi bir bakış açısına sahip olan, yani “azınlık” kavramını olumsuz değil olumlu bir sosyal kategori olarak algılayan devletlerdir.
Bu tip bağlamlarda, “azınlık” ikinci sınıf vatandaşlık değil, pozitif bir anlam taşıyan nitelendirmedir. Kültürel, dinsel, dilsel olarak farklı grupların devlet tarafından prestijli bir şekilde hesaba katılması ve ayrımcılık karşıtı yasalarla birlikte spesifik azınlık yasalarını uygulayıp, söz konusu grupların devlete bağlanması olarak özetlenebilir. Bu konuda Türkiye’nin de kurucu üyesi olduğu, Avrupa değerlerini 60 seneyi aşkın bir süredir inşa eden Avrupa Konseyi bünyesinde hazırlanmış 3 metin vardır. Bunlardan birincisi 1985 tarihli Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Misakı’dır (Türkiye bu Şartı 1988’de imzalamış, 1991’de onamış ve 1993’de yürürlüğe koymuştur ancak kabul etmediği 10 madde Şartın içini boşaltmıştır). Diğer ikisi, 1989 sonrası uluslararası hukukta tekrar yer alan ve yeni bir literatüre sahip olan azınlıklar konusundaki en önemli iki metindir : 1992 tarihli Avrupa Bölgesel Diller ve Azınlık Dilleri Şartı ve1995 tarihli Ulusal Azınlıkları Koruma Çerçeve Sözleşmesi. Türkiye bu iki belgeyi kabul etmemiştir zira ülkede azınlık kavramı sadece dinsel olarak algılanmaktadır.
Bu üç belgeye taraf olan devletler, toplumdaki kimliksel farklılıkları bölgesel ve bölgesel olmayan (territorial ve non territorial) haklarla koruma altına almakla kalmayıp bu grupların ülkelerine bağlarını da sağlamlaştırmışlardır.
Bu tip ülkelere verilebilecek en ilginç, Türkiye’ye birçok açıdan benzeyen ama nedense en az bilinen örnek Finlandiya’dır. 5 Milyon nüfusu olan bu İskandinav ülkesinde aşağı yukarı 400 bin kişilik bir “İsveççe konuşan” etnik ve dilsel (dinsel değil) azınlık vardır. Bu azınlık ülkenin güneyinde bulunan Aaland adalarında yoğunlaşmışsa da, ülkenin güney ve batı bölgelerinde özellikle Helsinki ve Turku şehirlerinde azınlığa ait gruplar yaşar. Aaland adalarının nüfusunun yüzde 90’ı azınlığa aitken kara Finlandiyası nüfusunun yüzde 6’sı azınlık mensubudur. Ülkede bütün yurttaşlara Finländare (Finlandiyalı), ana dili Fince olan çoğunluğa ise Finne (Fin) denilerek hukuki aidiyetle etnik aidiyetin ayırımı net bir şekilde yapılmıştır (Türkiyeli / Türk örneğinde olabileceği gibi). Ülkenin iki resmî dili vardır : Fince ve İsveççe. İsveççe konuşan azınlık için Aaland Adalarında bölgesel haklar tanınmış, ülkenin diğer bölgelerinde yaşayan azınlık bireyleri için özellikle dil ve eğitim konusunda bölgesel olmayan haklar verilmiştir. Herhangi bir belediye nüfusu içine azınlık grubu 3000 kişiye ya da toplam nüfusun yüzde 8’ine ulaşırsa o yerel yönetim bölgesi “çift dilli” hâle gelmektedir (eğitim, idare ile ilişkiler, sokak isimleri, mahkemeler vs.) Bu durum kara Finlandiya’sında yaşayan İsveççe konuşanlar için geçerli olduğu kadar Aaland adalarında yaşayan Fince konuşanlar için de geçerlidir. 2010 verilerine göre Finlandiya’da 431 Belediye bulunmakta, bunların 368’i Fince tek dilli, 21’i Fincenin çoğunlukta olduğu Fince / İsveççe çift dilli, 23’ü İsveççenin çoğunlukta olduğu İsveççe / Fince çift dilli ve 19’u İsveççe tek dilli Belediyelerdir. Ayrıca tek dilli beldelerde azınlıkta olan diğer dil isteğe bağlı olarak seçmeli ders olarak okutulmakta ve bu sayede Finlandiyalıların yarısı İsveççe bilmektedir. Aaland adalarında güçlendirilmiş karar mekanizmaları yerele indirilmiştir. Ulusal çapta bazen iktidar ortağı olan bazen muhalefette yer alan, siyasi meşruiyeti güçlü Svenska Folkpartiet (İsveç Halk Partisi) azınlığı temsil etmekte, diğer partilerde de azınlık mensupları yer almaktadır. Ayrıca ülkede Sami, Roman ve Tatar gruplar azınlık statüsündedir. Tatar Müslümanları dinsel haklara da sahiptir. Ülkedeki en önemli azınlık problemi Rusça konuşan gruptur zira önemli bir kesimi uyruksuz/haymatlos olarak yaşamaktadır.
Bu modelin Türkiye’ye esin kaynağı olması elbette mümkün. Ancak yukarıdaki birinci modelin tersine, bu modelde gene Millet Sistemi anlayışının terkedilip “Azınlık” kavramının bütün sosyolojik azınlıkları içine alacak şekilde genişletilmesi gerekir. Bunun için de söz konusu grupların bu statüyü kabul edip içselleştirmesi, dolayısıyla Türkiye’de negatif algılanan kavramın pozitifleştirilmesi şarttır. Bugün Türkiye’de Kürtlerin “azınlık” olmayı reddetmelerinin sebebi kavramın içinin son derece kirlenmiş olmasından ve dinsel azınlıkların şimdiye kadar ezilmiş, haklarının gasp edilmiş olmalarından ve de Müslüman olduklarından kendilerini de Millet-i hakime olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Aslında “Azınlık” olmak, “kurucu unsur” olmakla, birinci sınıf vatandaş olmakla ters düşen bir durum değildir Demokratik toplumların bazılarında “azınlık statüsü” çeşitli grupların kendilerini iyi ve mutlu hissetmelerini sağlayabilmektedir. Türkiye yukarıda bahsedilen üç Avrupa Konseyi belgesini, imzalayıp, onayıp, layıkıyla uygulamaya koyarsa Türkiye’deki bütün kimliksel grupların talepleri rahatlıkla sağlanabilir.
'3. Federatif, konfederatif ve otonomist devletler'
Homojen ulus-devlet hülyasından er ya da geç uyanmış olan devletlerin bazıları ise, bölgesel farklılıkları baz alarak, ülkenin topraklarını politik birimlere bölerek bütünlüğü sağlamaya çalışan ülkelerdir. Bunlara örnek olarak konfedere bir sistemle, son derece zor bir coğrafyada var olmayı sürdürebilmiş İsviçre, tarihî sebeplerden kimlik farklılıkları olmasa da federal lander sisteminde güçlü bir şekilde varlığını sürdüren Almanya, kimliksel otonomileri çokkültürcü bir yaklaşımla destekleyen Kanada ve Avustralya, dinsel farklılıkları meşru kılan Lübnan ya da Saddam sonrası üç değişik özerk bölgeye ayrılan Irak gösterilebilir. Daha doğuda Hindistan ya da Rusya Federasyonu da bu çerçeveye yerleştirilebilir. Ayrıca Belçika ve Birleşik Krallık da benzer bir sistemi benimsemiştir.
Bu sistemlerden Türkiye’de en çok tartışılanı, federal bir sistem olmamasına rağmen bir özerk bölgeler bütünü olan İspanya örneğidir. İspanya’da kimliksel olarak ayrılmış bölgeler yerel yasama ve yerel yürütmede özerkken, (Amerikan sisteminin aksine) yargı birleşiktir. Ayrıca her bölgenin özerkliği farklı çaptadır. Özerk bölgelerin dilleri, bayrakları ve yerel vergi sistemleri olabilir. Özerk bölge hükümetlerinin başkanları Yerel Parlamentoların önerisi üzerine İspanya’nın bütünlüğünü temsil eden Kral tarafından atanır.
Bu tip bir sistemin Türkiye’ye esin kaynağı olup olamayacağı uzun süredir tartışılmaktadır. Elbette otonomist ya da federatif sistem Türkiye gerçeklerine adapte edilebilir. Ancak birkaç teknik ve sosyolojik çekincem olduğunu da belirtmeden edemeyeceğim.
Birinci çekincem bu tip sistemlerde keskin kimliksel ayrışımlar olduğu zaman er ya da geç “homojen ulus-devlet” yaklaşımının galip gelmesi, özerk ya da federe varlıklardan bir ya da birkaçının birlikten ayrılma eğilimine girmesidir. Bu ayrışma Çekoslovakya’da olduğu gibi eşit düzeyde gerçekleştirilebilir ya da İskoçya, Katalonya, Bask ülkesi, Belçika’nın Flaman bölgesi gibi örneklerde olduğu gibi sürüncemede kalıp gerginliklere yol açabilir. Özellikle Türkiye gibi 30 senelik bir savaştan uyanmaya çalışan bir ülkede gerginliğin tekrar şiddete dönüşmesinden endişelenmemek mümkün değil.
İkinci çekincem herhangi bir bölgesel ayrışma sonucu bir baskıcı ulus-devletten, batıda Türkiye doğuda Kürdiye gibi iki baskıcı etno-devlet çıkmasıdır ki, bu var olan kimliksel rekabetin daha da keskinleşmesine yol açar. Bu durum, zaten kimliksel ve siyasal olgunluğuna erişememiş bir Ortadoğu’da yeni kırılma noktaları ve yeni şiddet argümanları üretebilir. Bu açıdan bakıldığında federalist ya da otonomist sisteme çekincelerimin “kutsal” addedilen “Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü” şiarından değil, gelecekte yeni şiddet ortamları hakkındaki endişelerimden doğduğunun altını çizmek isterim.
Bununla bağlantılı olarak, herhangi bir siyasal bölge bölünmesinin doğacak olan iki yeni varlıkta yeni azınlıklar yaratacağından ve bu grupların 30 senelik savaşın verdiği sosyo-psikolojik baskıyla ezileceklerine de hemen hemen kesin gözüyle bakıyorum. Daha açık söylemek gerekirse, Doğudaki Türklerle, Batıdaki Kürtlerin gene birinci sınıf vatandaş olamayacaklarından ve bölgenin gene bir şiddet ortamına sürükletilmesinden endişe duymak herhalde abartılı olmaz. Etnik homojenliği hedef alarak yapılacak bir zorunlu ya da gönüllü trampa’nın yani nüfus mübadelesinin ise, 1923 Mübadelesi sonrasında olduğu gibi on yıllarca silinmeyecek yeni bir Küçük Asya Felaketi’ne yol açma ihtimali de az değil.
Bütün bu ciddi çekincelerimden de anlaşılacağı gibi üçüncü modelin Türkiye’ye uygulanabilirliği konusunun uygulanabilirliğini düşünmüyorum. Ancak federatif ya da otonomist bir Türkiye’yi, etnik ve sosyal şiddetin devam ettiği, her sene binlerce gencin öldüğü, sürgünlerin yaşandığı, bir etno-sınıfın ezildiği, ırkçılığın sembolik ve fiziksel şiddete yol açtığı Jakoben bir Türkiye’ye tercih ettiğimi de belirtmek isterim.
Sonuç
Elbette gelecek yüzyılın Türkiye’si bu üç model arasında kendi yolunu bulacaktır. Ortaya çıkacak olan çözüm bu üç modelden biri olacağı gibi, üçünün sentezinden de oluşabilir. Ancak açık olan nokta 21. yüzyıl Türkiye toplumsal ve siyasal yapısının 20. yüzyıl Türkiye’sinden çok farklı olacağı konusudur. Artık kimliksel ve sosyal çeşitlilik Türkiye’nin gerçekleri arasında yerini almış, meşrulaşmıştır. Bundan sonra bir eksterminsyon ya da asimilasyon politikasının başarılı olacağını düşünmek geri kalmışlıktan başka bir şey olamaz.
İkinci sonuç daha da önemli. Herhangi bir sistem değişikliği eğer kimliksel farklılıklar uğruna bireysel özgürlükleri kısıtlar, bireyleri kimliklerine hapseder ve bireylerin çoğul kimliklerini dinsel ya da etnik baskılara feda ederse, ortaya gene demokratik bir toplum çıkamaz. Her toplumda olduğu gibi bireyler Türkiye’de de çoğul sosyal kimliklere sahiptir ancak ezilen kimlik diğer kimliklerin üstüne çıkar. Daha açık söylemek gerekirse Kürtler sadece Kürt değildirler. Kadın, erkek, eşcinsel, fakir, zengin, işçi, memur, işveren, tüccar, ırgat, ağa, genç, yaşlı, milliyetçi, sosyalist, vs. gibi birçok kimliğe sahiptirler ve bu kimliklerin hepsine ait olma özgürlüğüne de sahip olmalıdırlar. Aynı Türkler ve diğer etnik gruplar gibi.
Ve son sonuç: kimliksel talepler elbette meşrudur ve her kimlik talebi, dinsel talepler, dinsizlik talepleri, dilsel talepler, kültürel talepler vs. cevap bulmalıdır. Ancak, modern bir toplumda bireyin bir gruba ait olma hakkı olduğu gibi bir gruba ait olmama hakkı ve grup değiştirme hakkı da vardır. Kaldı ki kimliksel talepler sosyal, sınıfsal ve cinsel eşitlik ihtiyaçlarını gölgelememeli, demokratikleşme sürecinde kimliksel eşitlik kadar refahın adil paylaşımının da toplumların mutluluğunun olmazsa olmazı olduğu unutulmamalıdır.