T24- Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar, Başbakan Recep Tayyip Edoğan'ın Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan'ın kaleme aldığı "Erdoğan ve Kof Kabadayılık" başlıklı yazısına dava açmasını eleştirdi. Çongar, Başbakan’ın yazının "acıtan" hakikati üzerine düşünmek yerine, hissettiği "acı"nın intikamını mahkemede almak umuduyla, bu “davacılar” kervanına katıldığını söyledi.
Çongar'ın Taraf gazetesindeki Ya Da köşesinde yayımlanan (18 Ocak 2011) yazısı şöyle:
Davacı Başbakan, inatçı hakikat
Dün sabah baktım da etraftaki heyecan, Taraf’ta yok. Başbakan’ın Ahmet Altan’a ve gazetemize, bizim bütçemize göre “yüklüce” bir para talebiyle dava açtığı haberi, internet sitelerinde çok okunadursun, Taraf’ın yazıişlerini, editörlerini, muhabirlerini pek şaşırtmadı. Üç yılı aşkın bir süredir yayımlanıyor bu gazete ve Kadıköy Adliyesi, neredeyse her ay bir tam gününü, yazarlarımız ve muhabirlerimiz hakkındaki davalara ayırıyor.
Darbe planlarını haberleştirince, devletin gizli belgesini yayımlamaktan yargılanıyoruz örneğin; hızlı bir “google” taraması ile AKP’yi kapatmaya kalkanların hukuk bilgisini ve meslek ahlakını sorgulayınca, zat-ı şahanelerinin açtığı “hakaret” davalarına muhatap oluyoruz... Genelkurmay Karargâhı’nda hazırlanmaması gereken bir belgeyi ya da Donanma’nın toprağa gömmemesi gereken silahları gerektiği gibi soruşturmak yerine, birini “kâğıt parçası” diğerini “boru” diye geçiştiren zihniyet, onlarca gencin öldüğü karakol baskınlarını mümkün kılan şikeyi deşen haberlerimiz için de, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin manevi şahsiyeti” adına bizi cezalandırmanın yolunu arıyor. Alıştık velhasıl. Başbakan’ın da, Ahmet Altan’ın “Erdoğan ve kof kabadayılık” yazısının “acıtan” hakikati üzerine düşünmek yerine, hissettiği “acı”nın intikamını mahkemede almak umuduyla, bu “davacılar” kervanına katılmasına da pek şaşırmadık. Hayırlı olsun.
Gazeteciler ve gazeteler yargılanıp duruyor bu memlekette ama gazetelerin ve gazetecilerin sorduğu sorular da zihinlerde zamanla yer ediyor. En yeni örneklere bakın: “Sarıkamış’ta Enver Paşa’nın eksi otuz dokuz derecede dondurduğu doksan bin gencin üzerine, aynı yerde, doksan bin şehit daha vermeye ant içeriz demekten utanmıyor musunuz” sorusu mesela... “Memleketin dört yanındaki ucube Atatürk heykelleri için, ucube camiler için bir şey yapmaya cesaretiniz yetmezken, bir heykelin yıktırılmasını buyurmanız biraz komik değil mi” sorusu ya da... “Sayıştay Kanunu’nda niye demokratik denetim ve şeffaflığın gereği değil de, askerin emrettiği oldu” sorusu hatta...
Bunlar çok basit, çok sahici sorular. Bunlar, haklılığı, soruların birinci derecedeki muhataplarının çevreleri, tabanları ve hatta kendileri tarafından da içten içe bilindiği için can acıtan sorular.
İnsan canını acıtan sahici sorularla karşılaştığında ya durup düşünür ve bu sorulara artık kendisini utandırmayacak sahici cevaplar verebileceği bir konuma gelmenin, bu sorulara yol açan hataları tekrarlamayıp, hamasetten arınmanın yolunu bulur ya da soruları unutturabileceği ümidiyle, soranlara saldırır.
İkinci seçenek, belki daha kolay ama daha tehlikelidir. Soruların muhatabının kendisini utandırmayacak cevaplara sahip olmasını en azından öteler bu tercih; zorlaştırır, imkânsızlaştırabilir hatta... Zira insanın ikinci seçeneği tercih ettikten sonra başını dik tutması zordur artık; cevabını bulmamış sahici soruların sahipleri giderek çoğalırken, o soruların muhatabı hep biraz ezik kalır.
Aktütün olayını hatırlasanıza... 14 Ekim 2008’de Taraf’ın manşetinde, Aktütün Karakol Baskını’nın gerçek hikâyesi vardı. On yedi askerin öldüğü olay, ordunun baskın hazırlıklarını bir ay öncesinden bilmesine karşın gerekli önlemleri almaması, adeta PKK’nın yolunu açmasıyla mümkün olmuştu. Ortada bir danışıklı dövüşün izleri, havada şike kokusu vardı.
Ertesi gün, dönemin genelkurmay başkanı Balıkesir’de kuvvet komutanlarını, darbe hatırası çektiren cuntacılar misali, beşi bir yerde olacak şekilde arkasına dizip, televizyon kameralarının karşısına geçti. Parmağını gözümüze sallaya sallaya “Akan kana ortak olursunuz... Sınırlarını aşan eleştirilere her ordunun vereceği tepki bellidir... Herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulmaya çağırıyorum” dediğini gün gibi hatırlıyorum.
Taraf’ın haberine kükreyen o komutan, haberin sorduğu çok basit, çok sahici sorulara cevap veremediği ya da o soruların gerçek cevabının ne denli utandırıcı olduğunu bildiği için, soruyu soranlara saldırmayı seçmişti.
Saldırdı da ne oldu? Komutan gitti, sorular ve soranlar kaldı. Komutan gitti, cevapların utanç dozu ise giderek yükseliyor.
Geçen hafta yayınlanan video görüntüleri, askeriyenin Aktütün Baskını’ndaki ihmalini daha da sarih şekilde belgeledi. Ve dün Sabah gazetesinde, Mutlu Çölgeçen’in “Faili Meçhul Cephanelik” başlığıyla duyurulan manşet haberinden öğrendik ki, aynı Aktütün’de, Jandarma Karargâhı’nın hurda deposunda faili meçhul eylemlerde kullanıldığı yönünde veriler olan çok sayıda “envanter dışı” silah ve patlayıcı bulunmuş. Kirli savaşın silahları bulunmuş yani... Bu ülkeyi otuz yıldır kanatan çatışmaların sürmesinden medet umanların danışıklı dövüşünün yeni numuneleri bulunmuş.
Dün sabah Taraf’ın haber toplantısında, baktım da, bu önemli haber de pek şaşırtmamıştı bizleri. Hakikat böyle bir şey zira! Artık biliyoruz.
Haki üniformalı ya da lacivert takım elbiseli bedenlerini, tanklarını ya da tazminat davalarını önüne siper edenlere aldırmamak gibi bir huyu var hakikatin; er geç yolunu bulup, ortaya çıkıyor. O yolu da, sahici sorular ve o soruları inatla soranlar açıyor ekseriya. Gerisi hikâye.