T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar, "İnşaata girmek tehlikeli ve mübahtır" başlıklı bugünkü (15 Ekim 2011) yazısı şöyle:
Yılın ilk günüydü. Yılın ilk günlerinde, herkesten önce uyanıp, hâlâ rüya gören bir evin sessizliği içinde tek başıma boşluğa bakmayı severim. Sonra mutlaka bir şeyler bulurum okuyacak; bir şiir, bir hikâye, hatta bir haber.
Her yıl başka bir şey; o anda karşıma çıkan herhangi bir şey. O ilk okuma çok değerlidir benim için, okuduklarımın aklımda yer edeceğini bilirim çünkü. İlk cümlelerin, bütün bir yılın kaderini de çizeceğini düşünür, kelimelerin bana ne söyledikleriyle yılın neler getirebileceği arasında hınzır bağlar kurmaya çalışarak kendi kendime eğlenirim biraz. Bir tür tuhaf itikat işte! Bir tutam çocuk töreni, bir tutam hayal oyunu.
Sekiz-dokuz yıl önce olmalı, zira emziren bir anneydim hâlâ. Jeffrey Eugenides’in Middlesex romanını okuyordum. O ilk sabahın tenhalığında, yıla romandan birkaç satırla mı başlasam yoksa kısmetimi New York Times’ın sonsuz vaatlerine mi bağlasam diye tereddüt ettiğimi hatırlıyorum. Evin kapısı önünde biriken beyazlığın altından belli belirsiz görünen gölge olmasaydı, romana yönelirdim herhalde.
Ama gazete dağıtıcısının kardan erken davrandığını anlayınca, eşikte durup, ayaklarımın ucundaki pırıltılı kristal yığınının içinden mavi plastik poşeti çekip çıkardım ve poşete rağmen biraz ıslanmış olan Times’ı, kurusun diye yemek masasının üzerine yayarken, birdenbire gördüm onu. Oradaydı; yılın ilk hediyesi, kendi kendinin üstesinden gelmiş, benimle konuşuyordu.
Her romancı biraz hermafrodit olmalı
“İlk romanımı okuyan herkes bana ‘Sen kızkardeşler arasında büyümüş olmalısın’ diyor. ‘Kızlar hakkında bu kadar çok şey bildiğine göre…’ Oysa üç erkek çocuğun en küçüğüyüm ben. Ve öyle bir ortamda geçirdim ki ilk gençliğimi, eğer kızkardeşiniz yoksa ve tabii eğer benseniz, kızlar sizin için büsbütün esrarengiz bir ötekiydi.”
“İkinci romanımı yazdıktan sonra düşünmeye başladım: Niye her romanın anlatıcısı bir hermafrodit (çift cinsiyetli) olmasın? En esnek, en bilen ses bu değil mi? Erkeklerin ve kadınların zihinlerine girebilmek isteyen her romancı, bir hermafroditin hayalgücüne sahip olmalı bence.”
“Bizim kuşak tersinden büyüdü. Joyce’u, Tolstoy’dan önce okuduk biz. Deneyselliği kural belledik… Sonuçta, bence edebiyatın yapısökümünde o kadar aşırıya gidildi ki, artık neredeyse bir yeniden inşaata ihtiyaç var.”
O ıslak yılbaşı gazetesindeki bir röportajdan yadigâr bu satırlar. Hilebaz hafızamın her türlü azizliğine karşı, şimdi haliyle kaynağından “test edilip onaylanmış” olarak karşınıza çıksalar da, bendeki yerleri eski ve derin. Jeffrey Eugenides’in sonradan Sofia Coppola’nın film yaptığı ilk romanı The Virgin Suicides (Bâkir İntiharlar, Solmaz Kâmuran’ın tercümesi, İnkılâp) ile ikinci romanı Middlesex (Türkçesi aynı isimle; yine Solmaz Kâmuran ve İnkılâp) üzerine söylediklerini çok sevmiştim zira. Onun yılbaşı kelimelerinin, küçücük işaret okları gibi bana yol göstermesine izin verdim.
Gerçi, kızkardeşlerimle elele verip intihar etmedim o yıl, cinsiyetimi de değiştirmedim ama Middlesex’i bitirir bitirmez klasikleri yeniden okumaya giriştim… İşe, Tolstoy’dan başladım. İyi bir yıldı.
Kadim bir tutku olan hikâyeye dönüş
Bu uzun girizgâhtan sonra, şimdi size memnuniyetle bildirebilirim ki Eugenides, sözüne sadık bir yazar. ABD ve Britanya’da bu ay yayımlanan ve hemen “National Book Award” finalistleri arasına giren üçüncü kitabı The Marriage Plot (Evlilik Kumpası), her şeyden ziyade, edebiyatın yeniden inşaasına kendini adamış bir roman zira.
Ailesinin bir ucu Anadolu Rumlarına dayanan 1960 Detroit doğumlu Amerikalı romancı, ilk romanında beş kızkardeşin ortak intiharını birinci çoğul şahsın ağzından anlatmış; Türk-Yunan Savaşı’yla başlattığı ikinci romanının başkahramanını ise gençkızlık günlerini nakleden yetişkin bir “erkek” yapmıştı.
Her iki kitapta da hikâyenin kendisi, sıradışılığıyla olduğu kadar bizatihî mevcudiyetiyle de dikkat çekiyordu bence. Yüzyıl başında Amerikan edebiyatı, zirvesini 1970’lerde Thomas Pynchon’ın Gravity’s Rainbow (Yerçekiminin Gökkuşağı) romanında bulan postmodern “serbest atış” düzeninden silkinmeye başlamıştı, Jonathan Franzen, David Foster Wallace, Dave Eggers gibi güçlü “genç” kuşak temsilcilerin elinde muazzam bir dönüş yaşıyordu ve Eugenides de, ana istikameti “hikâye anlatmak” olan bu dönüşe ayak uydurmuştu.
Bâkir İntiharlar ve Middlesex, konu ve kapsam itibariyle tekil olamayan, tek bir çizgide duramayan romanlardı aynı zamanda; Eugenides, kuşkusuz biraz, bu edebî dönüşün başlıbaşına bir yenilik temsil etmesi nedeniyle ama belki biraz da, kurguladığı olay örgüsünün ve karakterlerinin alışılmış kalıpları kırması sayesinde, gayet kadim bir tutku olan “hikâyecilik” ile gayet bildik bir tarz olan “gerçekçiliği” yeni ve şaşırtıcı kılabilmişti.
Keşke kılıcını kuşanıp kavgaya girmese
Eugenides, yine muhtemelen çok okunacak ve belki yine film yapılacak bir romanla karşımızda şimdi. Üstelik bu kez, çok daha alışılmış bir konuyu, çok daha tanıdık karakterler üzerinden anlatıyor. Ama başka bir şey daha yapıyor; bu kitabı yazmakla zaten “bir bütün” olarak ortaya koyduğu edebî tercihin kavgasını, ayrıca bir de “tek tek” romanın cümleleriyle veriyor.
Sonuçta, konu ve karakterleriyle –genç ve güzel bir kadına âşık, birbirinden farklı ve birbirinden ilginç iki erkek– bir nevî “neo-klasik” roman okuyoruz ve ben, kendi hesabıma, işin bu kısmını çok sevdim.
Öte yandan, bir türlü metnin dışında duramıyor Eugenides. Kimilerinin edebiyatta “yeni-muhafazakârlık” diye adlandırdığı fikirlerini, kurgunun içinde bileyip keskinleştirmek, her bir karakteri üzerinde denemek istiyor sanki.
Bir de bakıyorsunuz, kılıcını kuşanıp romanının içine atlayıvermiş, göstergebilimcilerden yapısökümcülere, Barthes’dan Derrida’ya kadar edebiyatı hikâyeden kopararak, cansuyunu kesmeyi deneyen bilumum ahaliyle kavga ediyor.
Bu kavgayı büyük ölçüde haklı, Eugenides’in kavgaya hâkim kıldığı dalgacı üslûbu da çoğu yerde ruhuma uygun bulmakla birlikte, ben yine de The Marriage Plot ’taki bu hesaplaşma bölümlerini pek sevemedim. Çünkü yazar kendi hesabını görmeye başlayınca, karakterleri de karikatürleşiyor ister istemez. Manifesto etkisinin koyulaştığı yerlerde hikâyenin kendisi inceliyor; bu da hikâyeden yana çok kuvvetli bir tezi, bir anda kendi antitezine dönüştürüyor aslında.
Kadim bir kumpas, kadim marazlar
Romanın başkarakteri, aşk üçgeninin tepe noktasında duran Madeleine Hanna, tıpkı vaktiyle Eugenides’in de yaptığı gibi, 1980’lerin başında Amerika’nın en iyi üniversitelerinden Brown’ın İngiliz/Amerikan Edebiyatı bölümünü bitirmek üzere olan bir genç kadın. Ona mezuniyet gününde rastlıyoruz ve kitabın ilk bölümü, Madeleine’ın olgunlaşması kadar, Brown’daki yapısökümcülerin edebiyatı parçalamaya başlamasının da tanığı yapıyor bizi. Başlangıçta Madeleine, odasındaki kitap raflarının da ele verdiği üzere “iflah olmaz bir romantik.” George Eliot’ı, Henry James’i, Charles Dickens’ı seviyor.
Bir hocasının derste, “Roman sanatı, evlilik kumpasını anlatarak zirvesine erişti ve bu kumpasın ortadan kaybolmasından sonra bir türlü kendini yeniden toparlayamadı” demesi sonrasında Madeleine, bitirme tezini “evlilik kumpası” üzerine yazmaya karar verip, sadakatin, ihanetin, kıskançlığın ve kefaretin bütün kesifliğiyle anlatıldığı on dokuzuncu asır aşklarına bırakıyor kendini. Bir yandan okuyup yazarken, bir yandan da kendisine âşık olan adamla âşık olduğu adam arasında nerede durduğunu ölçüp tartıp anlamaya çalışıyor.
Üçgenin bir köşesinde, günün birinde Madeleine’la evleneceğinden emin olan, tıpkı Eugenides gibi Rum kökenli ve yine tıpkı Eugenides gibi mezuniyet sonrasında Hindistan’a doğru “ruhanî” bir yolculuğa çıkan ilahiyatçı Mitchell Grammaticus var.
Diğer köşedeki genç ise, Madeleine’ın mezuniyetten sonra kendi “evlilik kumpasını” kuracağı yakışıklı biyolog, gerçek bir dâhi ve aynı ölçüde gerçek bir deli olan Leonard Bankhead. Üçünün romantik hikâyesi, hem edebiyattan ilahiyata, genetikten felsefeye uzanan geniş bir düşünsel atlas üzerinde hem de Amerika’nın ortasından iki ayrı kıyısına, oradan Paris’e, Atina’ya, Hindistan’a varan bir coğrafyada bol fikirli, bol çağrışımlı bir anlatımla ilerliyor.
Gerek Madeleine’ın Leonard’a âşık olmasının ve bu aşkın giderek tutkulu ve sancılı bir sevgiye dönüşmesinin, gerekse bu süreci belli bir mesafeden izleyen Mitchell’ın kendi kifayetsizliğine kahrederek Madeleine’ı sabırla bekleyişinin anlatımı, romanın en hakiki, okuru içine en fazla çeken bölümlerini taşıyor.
Leonard’ın manikdepresif aklının bitmez bilmez ışık-gölge oyunları Madeleine’la arasındaki ilişkiyi bir parlatıp bir karartırken, insan aklının belki de insanlık kadar eski marazlarını hem depreştirip hem de o marazlarla büsbütün hastalanan bir aşkın “klasik” hikâyesini okuyoruz aslında. Tek yenilik, günümüzde bu marazların bir adı ve bir de sözümona ilacı olması.
Yer yer bir çizgi film hafifliğinde
Eugenides, The Marriage Plot’ı duygular kadar fikirlerin de çatıştığı, insanlar kadar kuramların da kendi içinde çelişkiye düştüğü bir roman olarak yazsaydı, neoklasik bir başyapıttan bahsediyor olacaktık belki de. Ama fikirler ya da kuramlar gerçek anlamıyla “çatışmıyorlar” bu kitapta; üniversite kampusunun ideal bir arkaplan oluşturduğu düşünsel tartışmanın galibi en baştan belli, hiçbir karşı argümana en ufak bir şans tanınmıyor.
Öyle ki siyah tişörtler ve yırtık siyah pantalonlardan başka bir şey giymeyen her şeyiyle tektip öğrenciler arasında buluyorsunuz kendinizi; “Kendimi tanıştırmakta zorlanıyorum çünkü sosyal tanışma fikri bir bütün olarak ziyadesiyle problematik” diyerek kendini tanıştıran yapısökümcülere rastlıyorsunuz; ve ortayaş bunalımına giren bir profesör, karısından ayrılıp üstüaçık araba almak yerine, edebiyat bölümünü bırakıp göstergebilim bölümüne geçerek gençleştiğini sanıyor.
Derrida’nın Gramatoloji ’sinin ne hakkında olduğunu soruyor Madeleine ve “Bir kitabın bir şey hakkında olması gerektiğine inanmaktan vazgeçmek gerektiği hakkında” cevabını alıyor. Kısacık bir yapısöküm dersi bile, klasik romanları severek okumanın “gülünç” olduğuna inandırıveriyor herkesi.
Hakiki ve bence gerekli bir hicvi barizleştirdiği ölçüde basitleştiren bu bölümlerde uzun uzun durup iç geçirsem de, Eugenides’in “inşaatında” gezinmekten vazgeçmedim ben. The Marriage Plot ’ın kapağını kapattığımda, hikâyenin ve aşkın edebiyata dönüşünden duyduğum memnuniyet vardı içimde. Şimdi hayıflanmama yol açan hafiflikleri de yazıp rahatladığıma göre, bir kez daha Tolstoy’a dönme zamanım geldi demektir.