Yaşam

'Unutursak kalbimiz kuruyacak'

"Mezarlar evlerinin baş köşesi gibi süslenmiş. 34 karanfilimizi 34 mezara bırakıyoruz. Utanarak."

20 Mayıs 2013 16:30

Kalbe Dair

Zeynep Altıok Akatlı

 

“Siz hiç buz kesip, taş kesildiniz mi

Ömrünüzün bir yerinde yaşayıp giderken?”

Üç gündür kalbim ağrıyor. Yok yok öyle ince bir sızı gibi değil. Düpedüz can acıtır cinsten bir ağrı. Geçmiyor, içime yer ediyor. Kalbimden içime akıyor sanki. Durup durup şiddetli bir sancı giriyor durmadan başka yerlerime. Bazen beynime, bazen mideme, gözüme, ciğerime...

Hayat devam ediyor oysa. Her an da hesaplaşılmıyor ki bir şeylerle. Başa çıkılmıyor ki kötülükle kulak vermeden sıradan anlara. Ben değil miydim oysa Roboski’den dönerken Dicle kıyısında, renkli ampullerin altında alabalık yerken gülücükler saçan dostlarına. Sohbet koyu, her şey normal seyrinde. Aracımız da öyle. Yedi  saat yol gidiyoruz karanlıkta. Ama o yedi saat boyunca o araçta seyahat eden yedimiz de durup durup buz kesip taş kesiliyoruz. Biliyorum. Söylemiyoruz birbirimize. Biraz paylaşıyoruz izlenimlerimizi, bazı saptamalar, analizler yapıyoruz. Eleştiriyoruz, yeriyoruz haksızlıkları. Ama sessiz bir sözleşme var gibi aramızda. Durup durup susuyoruz. Biraz kendimizle kalmamaya biraz da kendimizle kalmaya ihtiyaç duyuyoruz belli ki. Ama biliyorum, hepimiz biliyoruz iyi kötü birbirimizin halini.

Döndük. Bir işe daha yarayayım kaygısıyla, yok yok ihtiyacıyla uçak kaçırma pahasına. Onun da şakasını yaparak. Ertesi gün Diyarbakır’da nefeslenerek. Eve gelip kanapeye yerleşerek, kediye sarılarak. Akıyor hayat. Akıyor günler. İç ayarım düzelmiyor. İşte tam en sakin, en öylesine bir anda geliyor ağrı yeniden.

Aklımda yine babamın dizeleri. Bana öyle olur hep. En düşük hallerimde durup dururken aklıma düşüverir bir dizesi. Oysa oku deseler şiirleri okuyamam öyle ezberden. Ama geliveriyor içime kendi söze dökemediklerim bazen onun dilinden.

“Bazı şeyler vardır insanı değiştirir;

Siz böyle ne çok kendinizlesiniz?”

Soruyorum kendime. “Biz buraya sorgulamaya geldik” diyen sesi geliyor Naki Kaftancıoğlu’nun kulağıma. Bir anda yeniden o mezarLAR başına gidiyorum. “Biz buraya sorgulamaya geldik! Sorgulamak bilincimizin ve vicdanımızın, vatandaş olmamızın gereği. Kendi ülkesinin savaş uçakları ile öldürülen 34 kişiden her bir Türkiye vatandaşı sorumludur.” Önce kendimi sorgulayarak, aldığım her nefesin hesabını vermek istiyorum. Öfkeleniyorum kendime. Biliyorum sanan bilgisizliğime. Çaresizliğime, çaresizliğimize! Sahi çaresiz miyiz sahiden?

Biz bu ülkenin en canı yakılmışlarından yedi kişi Toplumsal Bellek Platformu aileleri adına Roboski’ye gittik. 71 haftadır adalet nöbeti tutan canı alınmışların yanına. Evet canı yananların değil, canı alınmışların yanına. Orada canı alınan; “daima kendiyle olanın” olanca hoyratlığı ile acımasızca figüran dediği 34 fidan değil ki! Geride kalanların canı kalır mı? Onlar ki hayat boyu en derinlerinde bir yerlerine ‘bir kirpi edinirler, kuşakla sımsıkı sarılmış’ canlarına. En mutlu anlarında buz kesip, taş kesilirler öyle aniden. En mutlu kahkahalarında bir hıçkırıkla yaşarlar. Biz onlara sarılmaya gittik. Onların adalet çağrısına ses olabilirsek ne mutlu ama belki de itiraf etmesek de daha çok gözlerine bakmak, “biz geldik” diyebilmek için gittik. Paylaşmaya gittik. Yanyana daha çok olmaya. Belki paylaşıp çoğalırsak değiştirebiliriz bir şeyleri diye. Oysa kimimiz on yıllardır arıyor aynı adaleti. On yıllardır taşıyor yalnızlığı. Ve o kadar çokuz ki! Hele toprağına ilk kez bastığımız, yakınına bile ilk kez düştüğümüz o coğrafyanın insanlarının yanında belki de bir avuç susturulmuş aydın insanın evlatlarıyız, yakınlarıyız. İçin için biliyoruz değişmez öyle yedimizle, yirmiyedimizle bu iş. Ama gidersek umut olur. O umut ki değiştirmenin gücü. Anlatırsak, ses verirsek, canı yanmamışlara ulaşırsak değiştirmenin de gücünü buluruz. Bunun bilinciyle sorgulamaya gittik. Ve tek kişi kalsak bile susmamaya!

Gidiş yolu boyunca güneşten, doludan, sağanaktan en çok de yeşilden nasiplendik. Gazetelerden okuduklarımızı - hatta okuyamadıklarımızı- gözümüzle gördük. Yolda kobralarla, akreplerle tanıştık. Büyük olanlar hani şu üzerinden kamera ile namlu çıkanlar kobra. Yok yok o akrep bir boy küçüğü kobra. Yemyeşil tepelerin üzerinde sayısız KALEkol gördük. Barışa rağmen geleceğe yatırım – hem ihalesi önceden verimiş (!)- yeni KALEkol inşaatları çürük diş gibi sırıtıyor. Kontrol noklalarından geçtik. Kavşaklarda zırhlı araçlar, yol tabelaları bile polis barikatında. Yine de çocuklar koşturuyor köylük yerlerde. Gelincikler baş vermiş yamaçlara. ‘Dağlarına bahar gelmiş memleketimin’, bakalım barış da gelecek mi? Madem sorgulamaya gittik soruyorum adını bile öğren(E)mediğimiz Roboski’nin failleri elini kolunu sallarken ve bu hal meclis raporlarıyla “ihmal yok” diye tescillenirken nasıl olacak? Sorgulamaya gittik ama dinlemeyi de ihmal etmedik ki sorgulayabilelim. Kısıtlı zamanımızda öğrendiğimiz bize yetti.

Sırf katliamın hesabı peşinde adalet arıyor diye yıldırılmak istenen insanlar, okuldan atılan çocuklar, iptal edilen yeşil kartlar, Şırnak’tan öteye geçişte konuşma tedbirleri ile nasıl olacak? 34 canın hesabı sorulmadan nasıl rahat uyunacak? Kim kiminle barışacak? Ben sizinle barışabilecek miyim? Kendimizle barışabilecek miyiz? “Unutursak kalbimiz kuruyacak” mı?

“Siz böyle ne çok kendinizlesiniz?” Siyasi hamleleriniz uğruna hoyratça “her kürtaj bir Uludere’dir” diyerek bir katliamı malzeme yapanlar. Roboski demekten imtina edenler. Bizim gibi Uludere’nin ilçe Gülyazı’nın ve Ortasu’nun köy olduğunu bilmeyenler? Bu katliamı sorgulamayan, adaletsizliği hissetmeyenler. Katliamın yerini bile öğrenmeyip göğsünü gere gere hergün konu eden siyasiler. Kaçakçı, figüran, sivil terörist ilan edilenleri öylece bu sıfatlarla benimseyenler. Onların insan olduğunu unutanlar. Hırslarına kapılanlar. Bilgisizlikleriyle bilgi kirliliği saçanlar. Barış peşinde barışı nokta atışı siyaset malzemesi sananlar. “Siz böyle ne çok kendinizlesiniz?”

Roboski’ye ulaşıp araçtan indiğimiz anı ömrüm oldukça unutmayacağımı, unutamayacağımı biliyorum. Adeta sürreel bir tablo gibi gözümün önünde kalacak. Uzun patika boyunca tek sıra halinde bizi bekleyen kafilenin önünden boğazımda bir taş, yüreğimde bir hançerle tek tek selamlaşarak geçtiğimiz anı unutabilmem mümkün değil. Her bir ana çerçeveli fotograflara sarılmış bekliyor. Kimiyle iki ayrı dili konuşarak sarılıyoruz. Bilmiyorum ne diyorlar ama anlıyorum! Mezarlar evlerinin baş köşesi gibi süslenmiş. 34 karanfilimizi 34 mezara bırakıyoruz. Utanarak.

Ayrılıyoruz aklımda bir soru. “Biz böyle ne çok kendimizleyiz?” Sesimiz çıkmayarak, geç kalarak, daha çok bağırmayarak, başkalarının gerçeğine kulaklarımız tıkalı oturarak, duyumsayıp eyleme geçmeyerek ne çok kendimizleyiz? Roboski’ye gidiyoruz bizimle gelin dediğimiz gazeteciler yok. Yanımızda Kürt gerçeğini yazan bölgenin sesi iki yayın organından iki gazeteciyle... Evet “unutursak kalbimiz kuruyacak” Evet evet kesin kuruyacak.

“Evet güneş doğup batıyor eskisi gibi

Ve hala doğuruyor kadınlarınız

Ama pek yufka bir kalkan bu sizinki!”