Söyleşi

Ümit Fırat: Apo herkesin önünde ölmeli, İmralı'da ölmesi onu ilahlaştırır!

Baştan söyleyelim; bu söyleşi PKK, Ramazan ateşkesi, Abdullah Öcalan'nın 11 yıllık...

16 Ağustos 2010 03:00


Selin ONGUN - T24
songun@t24.com.tr 


Baştan söyleyelim; bu söyleşi PKK, Ramazan ateşkesi, Abdullah Öcalan'nın 11 yıllık “İmralı portresi”, Kürt aydın ve siyasetçilerin şiddete ve örgüt içi infazlara karşı suskunluğu, özetle Kürt meselesine dahil  güncelligini yitirmeyen birçok başlıkta, önünüze “zahmetli” bir okuma sunabilir.
Sebebi belli; şiddeti daima reddeden ve PKK'ya karşı sesini yükseltebilen az sayıda Kürt aydını arasında yer alan Ümit Fırat, değerlendirmelerini önemli referanslardan hareket ederek dile getirmeye özen gösterdi. ,

Ümit Fırat'ın kendisi için hayati tehlike doğuran PKK ve Kürt sorununa yönelik analizlerini, portresi eşliğinde okumakta fayda var. 

1945'te Bingöl'ün Kiğı ilçesinde doğdu. Gazi Üniversitesi Ekonomi Bölümü'nü bitirdi. Üniversite yıllarında sol ve ılımlı sosyalist fikirleri benimsedi, 1971'de kapatılan Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve ilk legal Kürt örgütü Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO) aktif bir üyesiydi. 1970'li yıllarda Ankara Zafer Çarşısı'nda faaliyete geçirdiği kitabevinin ziyaretçileri arasında  dönemin SBF öğrencisi Abdullah Öcalan da vardı. 

12 Eylül darbesinden sonra 8 yıl hapis cezası aldı, dört yıl cezaevinde kaldı.1990'lı yıllarda birçok Kürt inisiyatif ve oluşumunda yer aldı, ancak hiçbir partide kurucu olarak bulunmadı. Cem Boyner  liderliğindeki  Yeni Demokrasi Hareketi'nin (YDH) Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki parti örgütlenmelerinin kuruluşunu üstlenmesi, bu tavrının istisnası oldu.

Murat Belge'nin başkanlığını yaptığı  Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin halen Yönetim Kurulu üyesi olan Fırat, Kürt siyasi fikir dergisi Serbestî yazarları ve Yazı Kurulu üyeleri arasında yer alıyor.

Şimdi, şiddeti kesin olarak reddeden ve bunu hayatını ortaya koymak bahasına yapan bir Kürt aydınına kulak verme zamanı.


'Öcalan 11 yıl önce İmralı'da telefonla konuşabiliyordu' 


- Öcalan yakalandıktan sonra, İmralı’nın onayıyla açıklanan 3’üncü ateşkesi yaşıyoruz. Tahmin ediyoruz ki sürece dair analizlerinizi, 11 yıldır bıkmadan okuduğunuz, Öcalan’ın görüşme notları da şekillendiriyor. Tüm ateşkeslerin yedincisi olan Ramazan ateşkesini sormadan önce merak ediyoruz; bugün gündemi analiz ederken Öcalan’ın görüşme notlarından “kırmızı” ile işaretleyeceğiniz kısımlar hangileri olurdu?

Temmuz 1999’da, yani 11 yıl önce,  Öcalan’ın İmralı’da telefon görüşmesi yapabildiğini biliyoruz. Bunu 2006 yılında KDP Genel Sekreteri Fazıl Mirani Serbesti Dergisi Yayın Yönetmeni ile yaptığı röportajında şöyle açıklıyor:  “Yine Abdullah Öcalan, PKK, Kandil gündeme geldi: Bana 'Neden PKK bazen savaşıyor, bazen barışıyor, bazen tehdit ediyor, bazen oraya buraya mayın döşüyor?' dediler. Ben de, 'Bu Abdullah Öcalan’ın telefonudur; Öcalan’ın bir mobil telefonu var; zaman zaman onun eline veriyorlar. Tüm bunlar onun bu telefonla verdiği talimatlar sonucunda oluyor' dedim. Ama bana Abdullah Öcalan’ın elindeki telefonun modelini sorarsanız onu bilmem, dedim. Gerçekten elindeki telefonun hangi marka veya hangi GSM sistemine bağlı olduğunu ve numarasını bağlı, onu da bilmiyorum. Ama Abdullah Öcalan’ın yandaşlarına telefonla talimat verdiği bilgisi kesindir. Ayrılanların çoğu, 'biz Abdullah Öcalan’ın telefon talimatlarıyla çalışmak istemiyoruz' şeklinde isyan edip ayrılmışlar. Ayrıca kendi arkadaşları, defalarca 'Bugün Abdullah Öcalan’ın falan arkadaşla teması vardı' demişler. İyi de bu temas nasıl oluyor? Eğer birisi bir yerde tutukluysa ve onu orada tutanlar, birtakım talimatlar vermek için onun eline telefon veriyorlarsa, o kişinin kalkıp telefon verenlerin hilâfına bir talimat vermesi mümkün mü?”


Öcalan: Telefon numaralarını müdür beye verin 


Ayrıca Öcalan’ın görüşme notlarında da bazı ipuçları mevcut; 
“Ben Avrupa'dakilerin ve Konsey'in telefonunu istiyorum. Perşembe günü geldiğinizde getirin...  Konsey iyi hazırlanmalı, 1 hafta içinde konsey kendisini hazırlayabilir. Telefonlarının hangi saatte açık olacağını öğrenin” diyor.  Avukatlarına bir sonraki görüşmede, 8 Temmuz günü telefon numaralarının getirip getirilmediğini sorduğunda,   getirdiklerini öğrendiğinde de daha çarpıcı bir ifadesi var:  “Kullanma şeyim yok şu an. Müdür beye verin” talimatını veriyor.


Öcalan'dan avukatına öneri: Devlete isminizi verdim, ön açıcı olun, konuşun


Yine 1999’da 12 Nisan tarihli görüşmesinde, avukatına şunları söylüyor:
“Devlet sizi tanıyor. İsminizi vermişim, benim için, devlet için son derece önemli konuşun, uygun. Dönemin espirisine uygun, herkese her şeye ön açıcı olun. Devletin eğilimini dikkate alan, haddini bilen bir tarz. Öncülük ediyorsunuz, organize etmelisiniz.  (Beş yıl sonra savaşın yeniden başlatılmasının gereğini bildirmek için Kandil’deki kongreye katılarak savaş kararının onaylanması hususunda görevlendirilen avukatı)


'Gelen Çevik Bir değildi, ama dağdakileri indirmelisin, dedi'


Tarih 29 Temmuz 1999, avukatlarına yine ilginç bilgiler veriyor.

“O konuyu sizinle tartışacağız zaten. Gelen kişi esmer, dört yıldızlı bir şahıstı. Ben Çevik Bir'i iyi tanıyorum, o değildi. O beyaz tenli bir şahıstır. O kesinlikle değildi, bu başka bir rütbeliydi. Ben havalandırmadaydım. Kapıyı açtı, inmedi. Kapının kenarında durdu. Gayri ihtiyari kendisine, "Barış için hazırım" dedim. O da bana, "O zaman dağdakileri indirmelisin, sen bunu yaparsın, ancak dağdakileri sen indirebilirsin" dedi. Ben konuşmasaydım acaba kendisi konuşur muydu? Ne derdi? Ama ben konuşmuş olmama rağmen cevap verdi, cevap vermeyebilirdi. Bunu en üst düzeyde bir mesaj olarak algılayabilir miyiz? Başka yetkili yoktu. Geleneklere göre yani devlet yaklaşımına göre ne anlam ifade edebilir? Hiçbir şart ileri sürmeden silahları bırakmam gerektiğini söyledi. Silahlar elde olunca diyalog olmaz. Bu devletin klasik bir yaklaşımıdır. Silahlar bırakıldıktan sonra diyalog yolu başlar. Böylesi kritik bir süreçte,  günlerde gelmesi ne anlama gelir. Tam da Öcalan adım atmıyor dedikleri bir dönemde. (….)  Bir general açık görüşemez, asma değil, cezalandırma, kapsamlı bir plan ve ciddi yaklaşım sorunu çözümleyecektir.”


'Gelen Genelkurmay temsilcisi örgütün Türkiye dışına çıkmasını istemedi' 


2000 yılı eylül ayında ise bu görüşmeyle ilgili şöyle konuşuyor: 


“Çatışmayı durdurduk barış ve kardeşliği geliştirdik. Şimdi sıra barış ilkelerini koymakta. İlk benimle konuşan kişi Genelkurmay temsilcisiydi. Ne kadar ciddiydi, o ayrı (…)  Çatışma gücü olarak tümüyle dışarı çıkmamıza Genelkurmay yetkilisi kuşku ile baktı. Neden tümüyle dışarı çıkmayı anlamadılar, diye şimdi düşünüyorum. İlk konuştuğum Genelkurmay temsilcisi bu konuda kuşkuluydu. Sağlam bir ateşkes olmalı. Tam dışarı çıkmamalı dediler. İlk başta ciddiye almadım. Şimdi daha iyi anlaşılıyor. Başka güçler kullanabilirler çatışma gücü olarak tamamıyla dışarı çıkmamıza Genelkurmay yetkilisi kuşku ile baktı? Neden tümüyle dışarı çıkmayı anlamadılar; şimdi düşünüyorum. İlk konuştuğum Genelkurmay temsilcisi bu konuda kuşkuluydu. Sağlam bir ateşkes olmalı, tam dışarı çıkmamalı dediler. İlk başta ciddiye almadım, şimdi daha iyi anlaşılıyor. Başka güçler kullanabilirler. İlle içeriye girin demiyorum, ama içerideki güçlerin görevi olası çatışmaların gelişmesini engellemektir.”


'Öcalan'a göre AKP, Genelkurmay ile PKK'yı karşı karşıya getirerek rant sağlıyor' 


Ve bir başka ilginç nokta, 2005 yılında 3 Ağustos 2005 günü kardeşi Mehmet Öcalan’la yaptığı görüşme notunda yazılı:

“AKP hükümeti, Genelkurmay’la PKK’yi karşı karşıya getirip çatışma ortamı yaratarak rant sağlamaya çalışmaktadır. AKP'nin bu çabası kendi iktidarını süreklileştirmeye yöneliktir. Bu, çirkin bir yaklaşımdır ve kabul edilemez. AKP'nin bu politikaları Türkiye'nin geleceğini karanlığa sürüklüyor. Böyle giderse Türkiye bölünür." 


'Beş yıllık ateşkes örgüt içinde ilklere neden olmuştu ve düğmeye basıldı'


- O halde not düştüğünüz bu maddelerin eşliğinde geriye dönük bir “fikrî takip” için soralım; özellikle hangi ateşkes kararı için “Bugün hatırlamakta fayda var” dersiniz?

Aslında “hangi ateşkes kararı nasıl sonlandı?” sorusunu dikkate almak daha yapıcı olur. Öcalan’ın, yakalandıktan sonra, silahlı mücadeleye son verme çağrısı 1 Eylül 1999 tarihinde PKK tarafından uygulamaya konuldu. Ne var ki, PKK 2003 yılından itibaren başlayan askeri operasyonları, AKP'nin Kürt sorununa kayıtsız kalmasını ve Öcalan'ın İmralı’daki koşullarını gerekçe göstererek ateşkesi sonlandırdı. Böylece yaşanan süreç 1 Haziran 2004’te bitti. Ki bu beş yıl, en uzun süren çatışmasızlık dönemiydi. Oysa hatırlarsanız o dönemde bölgede farklı bir “umut havası” doğmuştu. Hükümet doğrudan Kürt sorunu için somut açılımlar yapmasa bile Avrupa Birliği’ne katılma sürecindeki hızlanma, yükselişe geçen AB trendi, Kürtler üzerinde olumlu bir hava yaratmıştı. Bu arada, o beş yıllık ateşkes sürecinin sonunda örgüt içinde  “ilk”ler yaşanıyordu. PKK'de çok ciddi bir ayrışma, kopuş dönemi başlamıştı.


'2004 yılında PKK kongresinde savaş karşıtları çoğunluktaydı ama...'


- Nizamettin Taş ve Kani Yılmaz’ların kopuşu mu?

Halil Ataç, Hıdır Yalçın ve Osman Öcalan’ın. Gerçi daha sonra Osman Öcalan’ın yanlarında yer almasını istemediler ve Osman Öcalan gruptan ayrıldı. Ama bu ekibin kopuşu PKK’da çok ciddi bir ayrışmaya yol açabilirdi. PKK tarihinde başlarına ilk defa böyle bir şey gelmişti. Bakın hâlen PWD’nin (PKK'dan ayrılan Kani Yılmaz,  Nizamettin Taş, Osman Öcalan’ın kurduğu Yurtsever Demokrat Partisi) sitesinde Kani Yılmaz’ın ateşkes sürecinin nasıl sonlandığını ortaya koyan o yazısı vardır. O yazıda, savaş kararının nasıl alındığı, aslında kongrede savaş karşıtı olanların çoğunlukta olduğu açıkça yazılıdır.


PKK'nın öldürdüğü PKK yöneticisi Kani Yılmaz'ın özeleştirisi


- Ne diyor yazıda?

Öcalan’ın avukatı ( isim vermiyor ama sözü edilen avukatın Mahmut Şakar olduğu hemen herkes tarafından ifade ediliyor), PKK'nın kongresine katılıyor. Ateşkesin sonlanması tartışılırken, Kani Yılmaz’ların savaş kararına karşı çıkışı üzerine, avukat kameraları kapatarak kürsüye çıkıyor. “Bu kongreden savaş kararı çıkmalıdır, önderimiz öyle istiyor” diyor, nihayetinde karar veriliyor. (Kani Yılmaz'a ait) Yazıdaki şu değerlendirme de önemlidir; “Adam gibi yönetim olsaydık. Bu kadar kaygı ve gecikmeyle değil de zamanında tavır koysaydık, bu kadar sünepe davranmasaydık, konsept olsa bile bazı şeyleri önceden kurtarabilirdik. Deşifre edebilirdik. Bir şeye dikkat edin, oyun şimdi de sürdürülüyor. Biz birbirimize düşürülüyoruz. Ve işin garibi oyun tutuyor.”

- Kani Yılmaz bunları ne zaman yazmış?

Örgütten ayrıldıktan sonra, yani 2004’te. (Yazının yayımlanma tarihine bakıyoruz; 28 Aralık 2004) Kani Yılmaz, Nizamettin Taş ve arkadaşları kampı terk ettiler. Büyük bir ayrışma oldu;1500-2000 arasında PKK’li örgütü bıraktı. Bu çok ciddi bir krizdi. Ve ayrılanlar, Türkiye’de de önemli ölçüde taraftar toplamaya başladı. Örneğin Hikmet Fidan, bu yeni hareketin Türkiye’de başını çeken önemli bir isimdi. Silahlı mücadeleye son verilmesi ve Kürt sorununun demokratik bir yolla çözüme kavuşturulması istiyorlardı. Yine PWD’nin sitesinde vardır, Nizamettin Taş yazısında şöyle der; “Hikmet Fidan şehit düşmeden bir hafta önce Güney Kürdistan’a gelmişti. Türkiye’den gelen on beş kişilik bir grubun katıldığı toplantıda kendisi bütün çalışmaların sorumluluğunu üstlenmişti. Bunu açıklamayacaktık. Ancak PKK’nin Hikmet Fidan’ı vurduktan sonra sahiplenecek kadar alçaldığını görünce açıklamak zorunda kaldık.”


'Hikmet Fidan ve sonraki cinayetlerle yeni oluşumu dondurdular' 


- “Hikmet Fidan, PKK’nın ateşkesi bozmasından bir yıl sonra, 6 Temmuz 2005'te, ardından da Kani Yılmaz 2006 yılının şubat ayında öldürüldü. O günlerdeki soru şuydu; “Sırada Nizamettin Taş mı var?”

İsmini duymadığınız başka insanlar da öldürüldü o süreçte. Stalinist, otoriter, faşist örgütlerde bir insanı etkisizleştirmenin yolu, onu öldürmektir. Bu kadar önemlidir, o insanın hayatta olmaması. Hikmet Fidan’ın katledilmesiyle öncesindeki ve devamındaki infazlarla bu yeni oluşumu dondurdular. Artık kimsenin cesaret ederek katılıp destek verebileceği bir hareket olamadı.


'Fidan cinayetinden sonra Ahmet Türk çekilecek sanılırken genel başkan oldu'


- O halde arşivde saklı kalmış bu “özeleştiri”lerin eşliğinde soralım; o zaman Hikmet Fidan ile siyaset yapan Kürt siyasetçileri, hatta daha da somutlaştıracak olursak mesela Ahmet Türk nasıl ve neden genel başkan oldu? 

Bizzat yaşadığım bir anımdan söz edeyim; Radikal İki’de  “PKK BİR ÇAĞRI ADRESİ MİDİR?” başlıklı bir makale yazmıştım. (17 Temmuz 2005’te yayımlanan yazıda Ümit Fırat, “DEHAP ve Demokratik Toplum Hareketi mensuplarına şiddetin ve silahın sorunların çözümünde bir araç olmadığını, silahlı eylemlerin karşısında yer alacaklarını açıklayacakları net bir çağrıyla, doğrudan doğruya İmralı Adası'na, Abdullah Öcalan'a iletmeliler” diyordu.) Yazının yayımlandığının ertesi günü Sırrı Sakık telefonla aradı. “Ahmet Abi (Ahmet Türk) ile Çeşme’deyiz. Ellerine sağlık, düşüncelerimize tercüman olmuşsun, kutlarız. Teşekkür ederiz, birkaç gün içinde önemli şeyler yapacağız, göreceksin” dedi. Ahmet Türk, taziye evinde Fidan’ın katledilmesine karşı olan tutumunu çok sert biçimde ortaya koymuştu. Hatta orada Leyla Zana ile tartışmıştılar. Dolayısıyla biz Ahmet Türk’ü Demokratik Toplum Hareketi’nden çekildi çekilecek diye beklerken, Ahmet Türk DTP’ye partiye genel başkan oldu. Ve o tarihten sonra Ahmet Türk ile olan çok yakın dostluğum ve arkadaşlığımız biraz gölgelendi. Hiçbir zaman da eskisi gibi olmadık. 


'Kol kırılır yen içinde kalır, sözü Kürt aydınlarının beynine nüfuz etti' 


- Hikmet Fidan’ın katledilmesinde tetiği çeken örgüt kadar, cinayetten sonra sessiz kalan Kürt siyasetçiler de suçlu mu?

Kimse darılmasın ama öyle oldu, sustular; bugün de yine susmayı tercih ediyorlar veya çıkarlarına öyle geliyor. Ben o zaman çok uyarıldım; “Yapma fazla ileri gidiyorsun” dediler. Bunu diyenlere hep söyledim; “Susarak, bunları yapanları cesaretlendirmeyin. Bugün karşı çıkmazsanız, yarın mücadele etme şansınız hiç kalmaz. Barış istemek süslü cümlelerle olmaz.” Şimdi de söylüyorum. Sadece Kürtlerin ezilip baskı altında olmaları, haklarının gasp edilip kimliklerinin ezilmesi, Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanmış acıların yarattığı travmalar ile bu çatışmayı haklı görmek doğru değil.  Barış, barışık yaşamaktır. İki toplumun barışık yaşaması başka, savaşmadan yaşaması başka şeydir. Şu anda, şu kısa vadede savaşmadan yaşamanın ilk kuralı direkt savaşa karşı çıkmaktır. Savaşa ve çatışmaya karşı çıkmak yerine sadece barış kelimesini tekrarlayarak bir şey söylemiş olmuyorsunuz. Hiçbir gerekçe ile insan öldürmenin meşru bir mazereti olduğu ifade edilemez. Ama ne yazık ki o meşhur söz, “kol kırılır yen içinde kalır”, bizim Kürt aydınlarının da beyinlerine nüfuz etmiş. “Şimdi zamanı değil, gün bunları konuşma günü değil, bölünürüz, içimizde kalsın” derler. Böyle olmazdı elbette, olmadı da; nitekim işte yine yaşadık Batman’da. (2 Ağustos’ta PKK'nın döşediği mayınların patlaması sonucu HEP'in Batman İl Başkanı Salih Özdemir, İHD eski Yöneticisi Sadi Özdemir ve Sıtkı Özdemir kardeşler hayatlarını kaybetmişti).


'Sezgin Tanrıkulu lanet okuduklarını somutlaştıramıyor'


- Geçen hafta CNNTürk’te katıldığınız Şirin Payzın'ın programda, bu konuya yönelik güncel bir parantez açtınız, ama irdelenmedi. Sezgin Tanrıkulu’nun ‘Lanet olsun’ yazısını cesur bulduğunuzu söylemekle birlikte bir de not düştünüz; “Aslında Sezgin’in söyleyeceği çok şey var ama...” 

Ama söyleyemiyor, bu sadece Sezgin için geçerli değil. Orhan da (Orhan Miroğlu’nun Batman katliamı üzerine Taraf’ta yayımlanan makalesini kast ediyor) yazısında doğru yaklaşımlarda bulunmuş, ama bazı tespitlere girerken “ne demek istediğimi anlayın” kabilinden bir dil kullanarak meselenin etrafında dolaşmış. Elbette bizler onların aslında “ne dediklerini” veya neler demek istediklerini gayet iyi anlıyoruz. Tabii ki neleri diyemediklerini de anlıyoruz. Eğer daha açık söylemeye kalkıştıkları takdirde başlarına nelerin gelebileceğini de biliyoruz. Tehditler alacaklar ve hayatlarının tehlikeye gireceğini biliyoruz. Tecrübeyle sabit; bunu defalarca yaşadık. 


'Devleti karşına alırsan hapse atar, PKK'nın tek müeyyidesi ölüm' 


- Bizim bildiğimiz size yönelik en açık “ayağını denk al” mesajı 2007 genel seçimlerinden sonra Cemil Bayık’tan gelmişti?

Doğru. Fakat benim bu noktada bir “avantajım” var; ben onlara hiç angaje olmadım.  O nedenle Kandil’e göre ben onlara “ihanet” etmiş değilim; onların deyimiyle ben baştan beri  zaten Kürt halkına hep ihanet ediyorum.  Şimdi Sezgin “lanet olsun” diyor ama lanet okuduklarını tamamen somutlaştıramıyor. Evet, savaşa ve bu metodu bir eylem tarzı görmeye lanet olsun, ama savaşı ve bu metodu bir eylem tarzı olarak dayatan - sürdüren bir de yapı var. O anlayışa sahip olanlara ve dayatanlara da lanet olsun. Ama tabii arkadaşlarımızın içinde yaşadıkları durumunda manevi ve fiziksel olarak zorluğunu gözden uzak tutmamak lazım gelir. Bir; bölgede yaşıyor, “lanet okuduğu” o güçler yakın çevresinde. İki; yer aldığı çevrede geleceğe dair bazı beklentilerinin olması muhtemel. Devletle, en azından AK Parti hükümeti ile bir ölçüde bağlarını koparmayı göze alabiliyor ama “orayla” koparamıyor. Çünkü orada hukuk yok. Devleti karşınıza alırsanız ne olur; eğer işinizi bir faili meçhulle bitirmezse, hapse atar, dava açar, AİHM’ye gidersiniz, Batı’ya sığınırsınız v.s. Ama öbür tarafın bir tek metodu var; suçlu bulunduğunuz zaman hainsiniz. Bunun onların ceza sistemindeki müeyyidesi de ölümdür. PKK’yle birkaç yıl ya da bir süre iyi ilişkiler kuran ve daha sonra o çizgiden nispeten ayrışan bir Kürt aydını ya da siyasetçisi için işte böyle bir paradoks var; kopamıyorlar, bağlarını koparamıyorlar. 


'At iziyle it izi birbirine karıştığı sırada ateşkes ilan edildi'


- Hemen güncelleyerek devam edelim; BDP’lilerin mesela Batman olayını kınamalarını beklemek bile olmayacak “dua” mıydı?

O eylemi yapan veya yaptıranlar, kendi kriterlerine göre, bu insanların legal siyaset yapmasına imkân hazırladıklarına inanıyorlar. Anayasa değişikliği konusunda bile kararsız davrandılar, şimdi kalkıp Kandil’i nasıl kınasınlar? Açıkça söyleyeyim; anayasa paketi için Meclis’te görüşmeler sürerken, dört-beş BDP’li milletvekili Şerafettin Elçi’ye gitti.  Sordular; “Ağabey, bize bir tavsiyeniz var mı, nasıl bir tutum içersinde olmamızı isterdiniz?”  Aldıkları cevap şuydu; “Ben size ne diyebilirim ki, sizler bir parti mensubusunuz ve orada millet için bulunuyorsunuz. Söyleyebileceğim tek şey, vicdanınızla hareket edin olacaktır.” O vekillerden biri kapıdan çıkarken, “Ağabey, emin ol ki, vicdanıma kulak vererek orada olacağım!” diyor. Ve bunu söyleyen kişi ise, Meclis’teki görüşmeler sırasında en çok şov yapan, Kamer Genç’i aratmayan kişiydi. Şimdi böylesi bir insandan nasıl bir etik anlayış ve demokrasi beklentisi umarsınız?
Son ateşkesten önce en hararetli tartışma neydi; demokratik özerklik istediklerini söylediler. İyi tamam, her şey konuşulup tartışılsın. Fakat demokratik özerklik için polis taramanın, köy yoluna mayın döşemenin hiçbir anlamı var mı? Bu eylemler ile Kürt toplumu için olumlu bir beklentiye sahip oldular mı? Dolayısıyla artık kendi tabanınızda da kabul edilemez bir noktaya geliyorsunuz. Halkın deyimiyle, “at iziyle it izi birbirine karışmış”sa, kimin nerede ne patlatacağının belli olmadığı bir süreçte, yani işlerin kontrol edilemez bir kargaşa ortamına geldiği bir  noktada “ateşkes” ilan edildi.

- BDP kadrolarının PKK'ya karşı tavır almalarını beklemek, şiddet ipoteği dikkate alındığında gerçekçi mi? 

O insanların o kadrolara gelmesine imkân sunanlar, bu konuştuğumuz eylemleri yapanlar, yaptıranlar. 


'PKK, çatışma ilerledikçe bölgede itibar kaybediyor' 


- Peki şu gerçekçi mi; “Kandil, silahlı çatışmayı ilânihaye tırmandırmayı ‘siyasi açıdan’ kendi yararına görmediğini anlayabildi?”


Hepsi değil, ama Abdullah Öcalan bu çatışmanın sürekli tırmandırılması halinde kendi koşularında düzelme olmayacağının, Kürt meselesinin de giderek daha da çıkmaza gireceğinin farkında. Ekonomide “kontrol edilebilir kriz” adıyla ifade edilen bir politika vardır. Bir kriz yaratırsınız ve o krizden birçok insan veya kurumun kaybı pahasına da olsa beklediğiniz kazanç hedefini yakalayınca krizi yumuşatıp normalleşmeyi sağlarsınız. Çünkü eğer kriz devam ederse sonunda kontrolü elden kaçırıp kendi felaketinize de yol açmış olma riskiniz doğabilir.  Tabii bunun siyasette de karşılığı vardır. Burada da durum buna benziyor. Eylemlerinizi arttırırsınız, savaş ve şiddetin dozunu yükseltirsiniz, gücünüzü gösterirsiniz ve öyle bir yere varırsınız ki, ipler kontrolden çıkma aşamasına gelir. İşte burada kamuoyunun “çatışma olmasın” mesajını da dikkate aldığınızı gerekçe gösterip, kendi gücünüzü ve haklılığınızı inkâr etmeden krizi yumuşatırsınız. Bu kontrol edilebilir kriz metodu devletin öteden beri uyguladığı bir yöntemdir. 6-7 Eylül, Kıbrıs, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi olaylarda hep uygulandı. Sanırım bu, PKK için de uygun bir metot olmalı. Çünkü çatışma ilerledikçe, bölgede itibar kaybediyorlar. Gelinen noktada olaylar kontrolleri dışına kaymaya/kaydırılmaya doğru gidiyordu. Her ne kadar örgüt yönetimi tarafından sahiplenilse de, Reşadiye eyleminden başlayarak son beş-altı ay içerisinde gerçekleşen eylemlerin kimler tarafından düzenlendiği bile anlaşılmaz halde. Başta Öcalan ve Karayılan olmak üzere kimi eylemler hakkında zihinlerinde bazı kuşkuların oluştuğunu ifade ediyorlar ve kontrol dışı gelişen bu gidişat görmezden gelinemeyecek kadar açıktı.


'OHAL ve JİTEM PKK'nin elini güçlendiriyordu, ama artık yoklar'


Kaldı ki, PKK bugün artık 1990’lardaki gerekçelerini bulamıyor. Olağanüstü hal, sıkıyönetim kalıntıları, faili meçhuller, JİTEM’in faaliyetleri o dönemde PKK’nin elini güçlendiriyordu. Tüm bunlar, bölgedeki tabanı için silahlı çatışmanın bir güvence haline dönüşmesine olanak veriyordu. Oysa artık eylem alanlarını kitleselleştiremiyorlar. Batman olayındaki gibi “acemilikler” yaptıkça da, kendilerine destek veren tabanlarını silahlı eylemlerinin eskisi gibi haklı ve gerekli olduğuna ikna edemiyorlar. 

- Açıklanan son ateşkes kararında PKK’nın geleneksel Marksist jargonundan uzaklaşarak, dini ritüeli işaret ederek, “Mübarek ramazan ayının da dikkate alındığını” vurgulaması dini rekabetin artık örgütü de etkilediğinin göstergesi mi; yoksa sadece konjonktürel mi?

PKK’nin inançlı kesimle ilişkilerinde her zaman kendi Marksist-Stalinist jargonundan farklı bir dil kullandığını görürüz. PKK’nin kurdurduğu ve kendilerine bağlı bir hayli din adamı olduğunu, Avrupa’da yoğun siyasi faaliyetlerde bulunduklarını ve her yıl Ramazan ayında ROJ TV’de özel yayınlar yapıldığını biliyoruz.


'Bu iş bu ateşkesle bitmez, ama önemli küçük adımlar atılabilir'


- Sizce bu ateşkesin sonu ne olacak?

Çok zor  bir soru bu. Belki cevabı referandum sürecinde ve takibinde hükümetin atacağı acil adımlar biraz netleştirebilir. Mesela yer adları ile ilgili somut bir gelişme olsa, ya da daha sembolik adımlar atılabilse, örneğin Orgeneral Muğlalı Kışlası'nın adı değiştirilse. Bu pratikte küçük bir adım gibi gözükebilir ama ateşkes sürecinin sürmesini bu tip küçük adımlar uzatabilir. Ancak bu iş burada bitmez, her iki taraf için de hâkim olan algı bu. Bu ateşkes ile bu işin sona erdiğini düşünmek çok erken. Diğer yandan bu ateşkese iyi hazırlanmamış, eğreti bir sözleşme olarak bakmak da olası. Bunun izlerini Öcalan'ın son görüşme notlarında bulmak mümkün. Ateşkesin 20 Eylül'e kadar sürmesini fazla buluyor. “13 ya da 14 Eylül'e kadar savaşmamak da yeterliydi” diyor. Anlaşılıyor ki, ateşkes sürecine hükümetin ve ordunun eğilimini, tavrınını belirlemeye yönelik bir test süreci gibi de bakıyorlar. Dolayısıyla konjonktürel bir “açılım” var, ama bir buçuk ay bile olsa ölüm haberi gelmeyecek olması elbette pozitif.

- “Abdullah Öcalan'ın barış sürecine aktif katılımının sağlanması” öne sürülürken “siyasi muhataplık”tan açıkça söz edilmemesi dikkat çekiciydi. Bu noktada Öcalan’ın “ben yasallaşırsam Kürtler de yasallaşır” bakışından bir adım uzaklaştığını söylemek eksik bir değerlendirme mi?

Muhataplık meselesinde Öcalan’ın dışlanmış gibi algılanmasının aksine öneminin vurgulandığını düşünüyorum. Yine Öcalansız çözüm olmaz tezi öne çıkıyor ki, bunu da her zaman ifade etmekteler ve bu da yeni bir talep değil. 


'Öcalan fırsat bulsaydı Kemal Burkay'ı da öldürecekti'
 

- Burada kalın bir parantez açarak sorsak, bugün Kürt aydınlarının, siyasetçilerinin gündeminde “Neden Öcalan’a alternatif olamadık hiç?” sorusu ne kadar yer alıyor?

Bu soruya yönelik cevaplarla barışmalı önce Kürtler. Çünkü birçok değerli entelektüel insanı, inancı yok edecek insan ancak Öcalan oldu. Kemal Burkay ne kadar zorlasa da birtakım insanların kendisi gibi düşünmeyeceğini kabullenmek zorunda kalırdı, kaldı. Diğerleri de öyle. Kürt toplumu nezdinde kabul gören hiçbir “önde gelen siyasetçi” bütün bir toplumu kendi düşüncesi doğrultusunda şekillendirmeye kalkışmadı, kalkışamazdı. Ama Öcalan bunu yaptı; hiçbir Kürt lider, rakiplerini öldürmeyi düşünmedi, ama o öldürdü. Fırsat bulsaydı Kemal Burkay’ı da öldürecekti. Kemal Burkay Avrupa’da uzun yıllar adresini gizleyip, hareket kabiliyetini kısıtladı. Birçok insanla buluşup görüşmeye cesaret edemedi. İbrahim Güçlü, o da aynı şekilde, Genelkurmay ajanı dediler. Hep gizlenmek zorunda kaldılar. Çünkü gizlenmeyenlerin birçoğu hayatlarını kaybetti. Bunu onlar yapamazdı, Öcalan yaptı. 


'1980'lerde hiçbir Kürt aydını Öcalan'ın yapabileceklerini tahmin etmedi' 


İsveç’te PKK’nın Avrupa’daki örgütlenmesinin yolunu açan, gerçekten devrime inanan, onlarca seçkin, entelektüel Kürt vardı. Şimdi onlar yaşamıyor. Çetin Güngör, Enver Ata gibi insanlar PKK’nin Avrupa’daki örgütlenmesine zemin hazırladılar ama artık yaşamıyorlar. 1980’lerde bu insanları devlet Türkiye’de, PKK ise oralarda arıyordu. Buradaki en sembolik isimlerden biri Kemal Burkay’dır. Çok cinayet işlendi, sonra Avrupa’da uluslararası diplomatik işlere başladılar ve baktılar ki cinayetlerle bu iş olmayacak, nihayet durdurdular. Neden sonra Kemal Burkaylar tekrar görünür oldu, ama artık işten geçmişti. Sadece “manevi” bir görüntüydü onlarınki. 1978’lerde hatta 1980’lerde bile hiçbir Kürt aydını olacakları tahmin etmedi. Öcalan’ın bu “performansını” hesaba katamadı.


'İstesek Öcalan şimdi hayatta olmazdı, başımıza ne işler çıkardı'


- Neden?

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşleri’ni cezaevinde okumuştum. Roman boyunca neredeyse tüm karakterler tarafından aşağılanan Baba Karamazov’un, gayri meşru oğlu ve uşağı Smerdyakov, babası/efendisi ile diğer oğullarının bir tartışmasında söze karışarak kendisinden beklenmeyen laflar eder. Oğullardan biri onu azarlayıp susturmaya kalktığında, baba Karamazov’un araya girerek, şimdi tam olarak tekrar edemesem de şöyle bir şeyler söylediğini hatırlıyorum: “Bunun sözlerine kulak verin, öyle gözüküyor ki,  gelecek bunların, bu ayak takımının olacağa benzer. Bakın bakalım ne söylüyor, bunun sözlerini dikkate alın.”  Tabii Dostoyevski bunu Rusya’nın geleceği için kullanmıştı, ama arka planında bir felsefe vardı. Bu yorum bana çok anlamlı gelmişti. Mesela Öcalan’ın henüz Mülkiye’de öğrenciyken Ankara’daki kitapevime geldiği günleri hatırlatmıştı. O zaman orası devrimci, solcu, Türk- Kürt birçok aydının vakit geçirdiği bir yerdi. Öcalan’a, Apoculara baba Karamazov’un Smerdyakov’a baktığı gibi bile bakılmazdı. O yıllarda Kürt siyasetçileri ve aydınları Öcalan’a bu kez burun kıvırırlardı. Hatta onu yok etme şansına sahip Kürt örgütleri varken, ona dokunmadılar bile. Çünkü önemsemediler. Hiçbir Kürt aydını veya siyasetçisi Öcalan’a normal bir siyasi insan gözüyle bakmıyordu. Daha çok alay mevzuu bir insan olarak isminden bahsediliyordu. Hatta Dersim’de iki örgüt arasında çıkan silahlı çatışma sonrası zor durumda kalan Öcalan’ın sığındığı bir Kürt örgütünün bir numaralı isminden yıllar sonra şunu duymuştum: “Biz bu adamın hayatını bağışlamıştık. İstesek şimdi hayatta olmazdı. Bak gördün mü; başımıza ne işler çıkardı.” Bunu söyleyen o liderin, şimdi hiçbir etkinliği kalmadı. Bambaşka bir şey daha geldi şimdi aklıma.


Öcalan arkadaşı Dilaver'i neden öldürttü? 


- Buyurun, dinliyoruz.

Bursa Cezaevi’nden beraber tahliye olduğum Dilaver Yıldırım isimli bir dostum ve koğuş arkadaşım vardı. PKK’nın ilk eylemcilerindendi ve 8 yıldır cezaevindeydi. Örgütün en güvendiği isimlerden biri olan Dilaver,  Ankara’da örgüte silah ve malzeme almak için gerekli parayı bulabilmek amacıyla Güven Hastanesi’ndeki soyguna katılmıştı, 16 sene 8 ay hapis cezası almıştı. O zaman PKK henüz kurulmadığı için cezayı örgütten değil, silahlı gasptan vermişlerdi. 1986 Mart ayında da Dilaver ile beraber tahliye olduk. Benim Türkiye’yi terk etme niyetim vardı, çünkü 3 yıllık Nevşehir sürgün cezam vardı. Onun da askerlik problemi vardı. Paris’te, Kürt Enstitüsü’nden arkadaşlar benim için hazırlık yapıyorlardı. Dilaver, “Beni de götür” demişti. Ona ortak dostumuz Resul Altınok’un öldürülme hadisesinden söz edip, “Seni götürmem, Paris’e gideriz ve sen oradan da bir yolunu bulur Bekaa’ya gidersin, o adam da seni yaşatmaz; beni böyle bir vicdan azabıyla baş başa bırakmana yardımcı olmak istemiyorum” demiştim. Dilaver tepki göstermiş ve böyle şeylerin TC’nin karalaması olduğunu ve inanmadığını söylemişti.  Çünkü PKK’nin ilk kurucu kuşağından, Öcalan’ın da arkadaşlarındandı. Yıllar sonra duydum; Dilaver askerdeyken firar edip, Avrupa’ya kaçıyor, hatta Öcalan Bulgaristan’da kendisini ziyarete falan da gidiyor. Dilaver oradan da Bekaa’ya geçiyor ve gidiş o gidiş. PKK’dan ayrılan arkadaşları, Dilaver Yıldırım’ın ne hazin bir şekilde öldürüldüğünü anlatırlar.

- Nasıl?

Dilaver tabii arkadaşı Öcalan ile beraber kurdukları PKK’ye, Bekaa’ya bir devrimci heyecanla gidiyor. Öcalan’ın despot, keyfi kontrolüne karşı çıkıyor. Öcalan kendisinin karizmasını çizdirecek, otoritesini tartışmalı hale getirecek hiç kimseye izin vermez, bu o zaman da öyle. Ve Dilaver’i infaz ettiriyor. 


'Ahmet Türk'e güven de duymuyorlar, legal planda onlarsız da yapamıyorlar'


- Bu verdiğiniz örneği, sembolik ve güncel olduğu için mesela Ahmet Türk üzerinden tartışsak bir de?

Ahmet Türk’e fazla güven duyduklarını sanmıyorum. Ama legal planda Ahmet Türk gibi insanlar olmadan da yapamıyorlar. 2007 seçimleri sonrasında Ahmet Türk’süz yapmayı denediler, ama başarı olamadılar ve genel başkan yaptılar. Geçen yıl DTP’nin kapatılması sonrasında partiden uzak kalma şansı vardı. Bu uzaklaştırmayla birlikte, Anayasa Mahkemesi kararı ve ardından “burun kırma” hadisesinin de etkisiyle Ahmet Türk,  sol, liberal sivil çevrenin kadrajında yeniden  çok itibarlı bir yer bulmuştu. Şimdi örgüt, onun bu itibarını zedelemeye çalışıyor. Öcalan’ın bunu söylemesine gerek yok, artık bu örgütün otomatik refleksi oldu. Demokratik Toplum Konferansı’nda başkanlık pozisyonuna getirilmesinin temelinde bu var. Bu sadece Ahmet Türk’e özgü bir durum değil. Osman Baydemir için de aynı şey geçerli. Öcalan, Baydemir’in adaylığını 2004’te de istememişti. Ama tercihinin tabanda etkili olamayacağını hissedince, sineye çekti. Adaylığı kesinleştikten sonra da Baydemir hakkında neler söylediğini biliyoruz. Aynı süreç Leyla Zana için de geçerli oldu. Hatta Leyla’nın cezaevi sürecinde bile. Hatırlayın 2002 - 2003’lerde uluslararası heyetlerin kadrajında İmralı mı vardı; hayır, Zana’nın ziyaretçileri uluslararası basının da manşetindeydi.  Öcalan hiçbir zaman kendisinden daha çok ilgi gören ve ismi anılan bir Kürt daha olmasını istemedi. 


'Öcalan'ın hapiste ölmesi, daha çok ilahlaşması demek'



- Ya o soru; Öcalan da bir gün ölecek nihayetinde? 

Onun hapiste ölmesi demek, başta taraftarları olmak üzere, Kürtlerde yüzyıllarca sürecek bir travmaya yol açar. Kimseyi onun eceliyle öldüğüne inandıramazsınız, çünkü taraftarları bu konuda Öcalan’dan başkasına inanmaz. Zaten onun yarattığı alanda siyaset yapanların da böylesi bir gelişme sonucunda politik nedenlerle gerçek doğrulardan ziyade, algısal doğruları öne çıkarması mümkün. Dünyanın en yetişkin tıp doktorlarının raporları da olsa taraftarları buna inanmaz. Öcalan da mezardan seslenerek, “kimsenin bir müdahalesi olmadan ben ecelimle öldüm!” demek şansına sahip olamayacağına göre, böylesi bir sonucun tehlikelerini iyi düşünmek ve bunun yaşanmasına meydan vermemek lazım. İmralı’da ölmek, Öcalan taraftarı olmayan Kürtlerin gözünde bile ona bir kutsanmışlık imajı yaratır; Kürtler onu ilahlaştırır. Kimse artık onu eleştirmeye, yanlışlarını tartışmaya bile cesaret edemez. Kürt toplumunun geleceğinde böyle karanlık bir gelecek yaşatmaya kimsenin hakkı olmamalı. Erişilmez, dokunulmaz, görülmez kılıp, sadece elçileriyle vahiyler gönderen bir kimliğe büründürüyor. İşte bu pozisyonda, orada ölmek onu iyice ilahlaştıracak. O zaman onun da kutsandığı, bebekliğindeyken annesinin kucağında resmedildiği veya son yemeğinin sembolize edildiği tablolarına veya ikonalarına yer veren Kürtler çıkar. Kaldı ki, şimdiden bile 4 Nisan doğum haftası v.b. gelişmelere tanık oluyoruz.


'Öcalan partinin başına geçsin, eleştirilsin ve halkın gözünde normalleşsin'



- Sonuçta herkes gibi bir gün ölecek?

Herkesin önünde ölsün, herkesin görebildiği bir yerde, herkes gibi, hepimiz gibi ölmeli; hastanede, evinde, köyünde… Aksi demek, Kürt toplumunun geleceğine yıllarca ipotek koymak, karartmak demektir. Benim gönlümden geçen Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılıp partisinin başına geçmesidir. Başarabilirse ilk kez legal ortamda politika yapsın. Faaliyetleri hakkında sorular sorulsun, sorumlu olsun. Ona da yuh çeksinler, ona da domates atsınlar, onu da iş, aş vermedi diye eleştirsinler; bakalım ne yapacak? O zaman halkın gözünde normalleşecek, ama devlet Öcalan’ı olağanüstü koşullarda tutarak mitleştiriyor şimdi.