T24 - Sabah gazetesi yazarı Ülkü Tamer bugünkü köşesinde okuyucularına "Benim bu sayfadaki sürem de doldu işte. Kendi isteğimle ayrılıyorum" diyerek veda etti.
Ülkü Tamer'in Sabah gazetesinde "Hoşça kalın" başlığıyla yayımlanan (22 şubat 2010) yazısı şöyle:
En sevdiğim filmleri saymamı isteseler, belki ilk anda aklıma gelmez, adını veremem; ama sonradan, unutuşun pişmanlığıyla, Kostümcü'yü (The Dresser) hatırlarım. İzlemiş miydiniz? İzlemediyseniz, Peter Yates'in yönettiği, Albert Finney ile Tom Courtenay'in unutulmaz oyunlarıyla sinemanın "en iyileri" arasında yer alan filmi kollayın derim, belki televizyonda ya da DVD'de yakalarsınız.
Yıllar önce seyretmiştim Kostümcü' yü. İki sahne beni çok etkilemişti. Biri, Finney'in treni durdurması...
Öteki ise...
İkinci Dünya Savaşı yılları. Askere gidemeyen yaşlı ya da sakat oyuncular tiyatro yapmayı sürdürüyor. Finney'in topluluğu da Shakespeare oyunlarıyla kent kent dolaşıyor.
O arada İngiltere bombalanıyor. Yıkıntılar arasında yaşlı bir adamla karısı. Harabeye dönmüş evlerinin önünde, çaresiz, oturuyorlar. Finney yaklaşıyor onlara. Ve o akşamki temsil için cebinden çıkardığı tiyatro davetiyesini uzatıyor.
***
Bombalar altında sanatı sürdürmek. Ne koşullar altında olursa olsun, "güzellik sunabilmek".
Pudovkin. Ünlü Sovyet yönetmeni. Sözlerindeki "sinema" sözcüğünü "sanat" olarak değiştirebilir miyiz acaba? Şöyle diyor: "Sinemanın temel amacı, insanlara yeni şeyler görebilmelerini öğretmek, içinde körü körüne yaşadıkları dünyayı bıraktırmak, evrenin anlamını, güzelliğini kavrattırmaktır."
Bir başka yönetmen, Luis Bunuel de, "Hangi toplumda olursa olsun, sanatçının bir sorumluluğu vardır," diyor. "Etkisi sınırlıdır gerçi; bir ressam ya da bir yazar tek başına dünyayı değiştiremez.
Ama uyumsuzluğu diri tutabilir. Sanatçılar olmasa, güçlüler, her yaptıklarının onaylandığını, desteklendiğini ileri sürebilirlerdi. Aradaki bu küçük ayrılık son derece önemlidir."
***
Türkiye'de "sanatçı" denilince akla ilk gelen "şarkıcı" oluyor ya, sözü bir şarkıcıya, Woody Guthrie'ye verip aradan çekileyim:
"Sana artık bir işe yaramadığını anlatan şarkılardan tiksiniyorum. Dünyaya 'yitirmek' için geldiğini söyleyen şarkılardan tiksiniyorum. Yitirmek. İşe yaramamak. Beş para etmemek. Neden? Çok yaşlısın, çok gençsin, çok şişmansın, çok zayıfsın, çok çirkinsin, ondan. Seni yıkan, seninle dalga geçen şarkılar... Son soluğuma, kanımın son damlasına kadar bu tür şarkılarla savaşacağım... Bu dünyanın senin dünyan olduğunu, seni yerden yere vursalar bile ayakta kalabileceğini kanıtlayan şarkılar söyleyeceğim. Kendinle, işinle onur duymanı sağlayan şarkılar. Senin gibi insanları anlatan şarkılar."
***
Bu yazı, yıllardır sürdürdüğüm köşemden "ayrılık yazısı". Her şeyin bir süresi var. Benim bu sayfadaki sürem de doldu işte. Kendi isteğimle ayrılıyorum.
Anılarımı anlattım; kitaplara, filmlere değindim; futboldan, kedilerden, göçüp gitmiş dostlardan söz ettim. Bunu yaparken, yukarıda aktardığım görüşlerin yanı sıra, Alfred Hitchkock'un "Sinemada ilk altın kural:
"Can sıkmayacaksın" ilkesine de bağlı kalmaya çalıştım.
Carlyle, "Bir kitap yürekten gelmişse, ancak o zaman başka yüreklere ulaşabilir," diyor.
Yazılarım sizin yüreklerinize ulaştı mı, bilemiyorum; ama hepsi benim yüreğimden geldi.
Hoşça kalın.