Gündem

Türkiye ve Mısır'a demokratik tokat

BM'de direktörlük görevine ilk kez bir kadının getirilimesini değerlendiren Yasemin Çongar, Türkiye'nin tutumunu da eleştirdi.

24 Eylül 2009 03:00
T24 - Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü'nün (UNESCO) başkanlık seçimleri, Türkiye'nin de desteklediği Mısırlı adaya karşı batı dünyasının demokratik tepkisine sahne oldu.


Teamül gereği UNESCO Direktörlüğü için sıra Arap dünyasında olmasına karşın, bu göreve “Mısır kütüphanelerinde İsrail’e ait kitap bulursam kendi ellerimle yakarım” diyebilen Mısır Kültür Bakanı Faruk Hüsnü'nün aday gösterilmesi üzerine, Bulgaristan'ın Paris Büyükelçisi İrina Bokova seçildi.

BM'de direktörlük görevine ilk kez bir kadının getirilmesiyle sonuçlanan süreci “Hüsnü Mübarek'e demokratik tokat” olarak niteleyen Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar, seçim öncesinde önerilen “Zülfü Livaneli” formülünü de dışlayan Türkiye'nin tutumunu da eleştirdi.

Türkiye ve ABD'de yaklaşık 20 yıl diplomasi muhabirliği yapan Yasemin Çongar'ın Taraf'ta yayımlanan analizi (24 Eylül 2009) şöyle:


Hepimiz yumurtayız


Kelimeler kudretlidir.

En etkili direniş, kelimelerin direnişidir. Zamana ve mekâna kelimelerle meydan okuyabiliriz; kelimelerle diyar değiştirebiliriz. Bazen de dünyamızı daraltır kelimeler; zihnimizi zehirler. Kelimeler iyileştiricidir ama kanatabilirler de. Ve bence, en büyük kazalar, kelime kazalarıdır.

Kısaca UNESCO diye bildiğimiz Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün başkanlık seçimine ilişkin haberleri dün Türkçe internet sitelerinden okurken, kelimelerin hükmünü düşünüyordum. “Yahudi lobisi, Mısırlı bakanı seçtirtmedi.” Haberlerin başlığı buydu; kısa, keskin ve körleştirici hükmünü vermişti kelimeler. Oysa başka kelimelerle başka türlü de duyurulabilirdi aynı haber.

UNESCO direktörlüğüne Bulgaristan’ın Paris Büyükelçisi İrina Bokova seçildi. Böylece, 63 yıllık örgütün tepesine ilk kez bir kadın geçiyor. Bokova’nın seçilmesi, aynı zamanda, UNESCO’nun yıllardır uyduğu diplomatik teamülün aşılması anlamına geliyor. Çünkü bu teamül gereği, direktörlük sırası kendisinde olan Arap dünyasının gösterdiği aday, UNESCO’nun temel ilkelerine uygun değildi. Anlaşılan Arap dünyası, diplomatik teamüle ve bu teamülden ayrılmayı göze alamayan Türkiye gibi ülkelere, örgütün demokratik kültüründen daha fazla güvenmiş; “kimi koysak seçtiririz” mantığıyla Mısır’ın 22 yıllık Kültür Bakanı Faruk Hüsnü’yü aday göstermişti.

Olmadı. Ya da olması gereken oldu.


Faruk Hüsnü, Arap ülkelerinin “buyur” demesi, Türkiye gibi ülkelerin de ses çıkarmamasına karşın, seçilemedi. Bakanını seçtirmeyi bir “şeref meselesi” sayan Hüsnü Mübarek demokratik bir tokat yedi ama UNESCO da şerefini korudu.

Faruk Hüsnü’yü eğitim, kültür ve bilim üzerine çalışan bir örgütün başına geçirmek, bütün bu kavramlarla alay etmek, onları birer “kelime kazası”na dönüştürmek anlamına gelecekti zira. Mübarek rejiminin demir başlarından biriydi ve yıllarını, Mısır-İsrail ilişkilerinin normalleşmesine karşı çıkmakla, Yahudi kültürüne açılmasının Mısır için tehlikeli olacağını savunmakla geçirmişti Hüsnü. Daha da kötüsü, “Mısır kütüphanelerinde İsrail’e ait kitap bulursam kendi ellerimle yakarım” diyebilmişti.

Ve bu tutumuyla, İsrail’in tepkisini çekti. Ve tabii, “Yahudi lobisi” diye medyanın iki kelimede özetlemeyi pek sevdiği, uluslararası düzeyde etkin, geniş ve kendi içinde çok renkli bir dernekler topluluğu, Hüsnü’ye muhalefet etti.

Ama sadece onlar mı?

Avrupa, Amerika ve Asya’dan birçok devlet de, UNESCO’nun kitap yakmaktan söz edebilen bir adama teslim edilmesine direndi. Arap dünyası ise, ümmet dayanışmasını, kültürel değerlere ve demokrasiye üstün saydı, başka bir aday çıkarmaya yanaşmadı. Obama yönetimi, Hüsnü’nün adı etrafındaki kenetlenmeyi kırmak için Arap başkentlerini tek tek yokladı; nafile. Sonra, “Bari Müslüman bir aday için uğraşalım” diye Türkiye’nin kapısını çaldılar; Zülfü Livaneli’nin adını zikrederek Ankara’ya UNESCO başkanlığına aday gösterip göstermeyeceğini sordular. Yine nafile.

Ankara, “Livaneli çok iyi fikir ama Mısır’a karşı tavır alamayız” deyip çıktı işin içinden. ABD’ye cevabında, diplomatik teamüle uyma kararlılığını “centilmenlik” adına yücelten Türk Dışişleri, demokratik ilkelere sadakat göstermemesinin adını koyamasa da, “Yahudi lobisine alet olamayız” kabilinden veciz kelimeler, bazı diplomatlarımızın ağzından dökülebildi.


Sonuçta, Batılılar başka bir alternatif üzerinde anlaştılar; dünkü oylamada, Bokova 31 oyla, 27 oyda kalan Hüsnü’yü geçti. Geriye, kelimeler kaldı. Kahire’den dünyaya yayılan “ellerimle kitap yakarım” kelimeleri... Ankara’nın “Alet olmayız” cümlesi... “Yahudi lobisi Mısırlı bakanı seçtirtmedi” haberleri...

Dedim ya, o haberleri okurken kelimelerin kudretini düşündüm ben; bazen birer kaza olduklarını, bizi sakat bıraktıklarını... Sonra, nedense Haruki Murakami’ye gitti aklım. Ve hepimizin bir yumurta olduğunu hatırladım.

Japon romancı bu yılın şubatında Yeruşalim (Kudüs) Ödülü’nü kazanınca, fırtına kopmuştu. Filistin dernekleri, “Ödülü reddet, İsrail’e gitme, Filistinlilerin karşısına örülen duvara destek vermiş olma” diye ayağa kalkmışlardı. İstedikleri olmadı. Ya da olması gereken oldu. Murakami, Kudüs’e gitti ve ödül töreninde konuştu. Dedi ki, “İsrail’i ziyaret etmem doğru olur mu diye düşündüm ve gelmeye karar verdim. Çünkü çoğu romancı gibi ben de bana söylenenin tam tersini yapmayı severim.”Bu kelimeler salondakileri güldürürken, tam karşısında oturan İsrail Cumhurbaşkanı Peres ile Kudüs Belediye Başkanı Barkat’ın gözlerine baktı Murakami ve devam etti: “Eğer yüksek taş bir duvar ile o duvara çarpıp kırılan bir yumurta varsa, duvar ne kadar ‘doğru,’ yumurta ne kadar ‘yanlış’ olursa olsun, ben yumurtadan yanayım. Çünkü hepimiz yumurtayız. Kırılgan kabuğumuzun içinde nadide birer ruhuz hepimiz. Ve hepimizin karşısında bir duvar var. Bu, birey olarak asla yapmayacağımız şeyleri yapmaya bizi zorlayan sistemin duvarıdır. Ruhlarımızın birlikteliğiyle, kelimelerimizin kudretiyle o duvara karşı çıkmalıyız. Buraya bunu size söylemek için geldim.”