Ahmet Altan
(Taraf, 1 Eylül 2012)
Davutoğlu ve Zweig
Türkiye, Suriye’de tam bir kapana düşmüş gözüküyor.
Bir anda herkes geri çekildi Türkiye tek başına kaldı.
Birleşmiş Milletler’deki Suriye’yle ilgili toplantıya on ülke dışişleri bakanını göndermedi bile.
Ardından Amerikan Genelkurmay Başkanı, Amerika’nın da, NATO’nun da “Türkiye’nin Suriye’de tampon bölge kurma isteğine destek veremeyeceğini, bunu yapamayacağını” söyledi.
Böylece Suriye’ye karşı uluslararası askerî bir operasyon ihtimali, en azından şimdilik, gündemden kalktı.
Ciddi biçimde taraf olduğumuz, “muhalifleri” Türkiye topraklarında barındıracak ölçüde içine girdiğimiz bir iç savaşla baş başa kaldık.
Beşşar Esed eninde sonunda gidecek, halkını bombalayarak, öldürerek kimse iktidarda kalamaz ama devrilmesinin Türkiye’nin tahmininden daha uzun sürebileceği görülüyor.
Esed’in dayandığı sürece, onu destekleyen İran ve Irak’la birlikte Türkiye’yi karıştırmak için girişimlerde bulunacağı, demokrasisini kuramamış, Kürt sorununu çözememiş Türkiye’nin de bunu önleyecek bir gücü göstermekte zorlanacağı anlaşılıyor.
Davutoğlu’nun “Suriye’nin geleceğini belirlemekten, Osmanlı İmparatorluğu’ndan” söz ettiği konuşmalardan bu yana daha birkaç ay geçmişken Türkiye nasıl oldu da bırakın Ortadoğu’ya düzen vermeyi, kendini bile korumakta zorluklar çektiği bir noktaya yuvarlandı?
Niye ne yapacağını bilemez bir hâle geldi?
Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin politikalarını “siyasi” kriterlerle değerlendirip anlamak çok zor, daha ziyade psikolojik romanların kahramanlarına bakarak onların yaptıklarının nedenlerini bulabiliriz sanırım.
Bizim sayfalarca yazıp anlatmaya çalıştıklarımızı muhteşem bir ustalıkla tek bir karede ortaya koyan Tan Oral, önceki gün bir karikatür çizmişti.
Davutoğlu, “Bir dakika durun lütfen,” diyordu, “stratejimi uygulatacaktım”.
Hayatın gerçeklerini algılayıp, bunlara uymakta çok zorlandığını gördüğümüz Dışişleri Bakanı’nın “hayatın kendisine uymasını” beklemesini harikulade bir şekilde anlatıyordu.
Tan’ın karikatürünü görünce aklıma Zweig’ın Davutoğlu’nun durumuna çok uyan bir hikâyesi geldi.
Lüks bir yolcu gemisinde dünya satranç şampiyonu da seyahat etmektedir, epey de paragöz ve görgüsüz bir adamdır, zengin yolcuların para karşılığında satranç oynama teklifini kabul eder.
Güverteye satranç masaları konur, şampiyonun rakipleri masalara yerleşir ve oyun başlar, şampiyon oturmaz bile, kibirli bir şekilde ayakta dolaşarak, bütün oyuncuları birer birer yenmeye başlar.
Yenilmekte olan oyunculardan biri tam bir hamle yapacağı sırada, seyircilerin arasından biri “onu oynama” der, “şunu oyna”.
Adam, kendine söyleneni yapar.
Şampiyon masaya bakıp da hamleyi görünce şöyle bir durur, hamlesini yapar.
Seyirci ondan sonraki hamleyi de söyler.
Şampiyon biraz daha uzun düşünür.
Artık hamleleri seyirci söylemektedir, seyirciler de o masanın etrafına toplanmışlardır.
Sonunda şampiyon da kibirli turlarını bitirip masaya oturmak zorunda kalır.
Her hamlesini uzun uzun düşünmektedir şimdi.
Dünya şampiyonunun zorlandığını görmek seyircileri sevindirmiştir.
Şampiyon gittikçe sıkışır, bir yenilgiye doğru gitmektedir.
Bir hamle yapar şampiyon.
Onu yenmek üzere olan adam birdenbire “Hayır o hamleyi yapamayacaktın, yanlış hamle yaptın” diye bağırarak bir sinir krizi geçirir, adamı alıp götürürler.
Sonradan anlaşılır ki adam yıllarca Nazilerin elinde tutuklu kalmış bir entelektüeldir, onu bir hücrede tek başına bırakmışlardır, o da bir subayın cebinden çaldığı bir satranç kitabını yıllar boyu okumuş, ezberlemiş, o kitaptaki bütün oyunları zihnine yerleştirmiştir.
Hapisten çıktığında doktorlar ona satranç oynamayı yasaklamışlardır.
Gemide satranç oynadığında ise oyun onun zihnindeki planların dışına çıktığında sinir krizleri geçirmiştir.
Sanırım Davutoğlu uzun yıllar kendi oluşturduğu tezlerin içinde yaşadı, onları ezberledi, hayatın bu tezlere uyacağına iman etti.
O çok bayıldığımız “komşularla sıfır sorun” politikasının da bu büyük yanılgıdan kaynaklandığını düşünüyorum şimdi.
Erdoğan ve Davutoğlu, kafalarındaki “Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden kuracak olan güçlü Türkiye’nin” her sözünün komşular tarafından “itirazsız” kabul edileceğine inandılar, komşular Türkiye’nin her sözünü dinleyince de “sıfır sorun” olacaktı.
Yıllarca hayali kurulan bu “strateji”, komşular Türkiye’nin lafını dinlemeyince çöktü, İsrail gemimizi bastı, Suriye uçağımızı düşürdü, İran’la Irak art arda tehditler savurmaya başladı.
Davutoğlu da “komşuların yanlış oynaması” karşısında şaşırdı.
Biz de kendimizi bir belanın ortasında yapayalnız bulduk.
Buradan kurtulabilecek miyiz?
Soruya bir soruyla karşılık vereceğim.
Erdoğan’la Davutoğlu, hayatı algılayıp, gerçekleri kavrayabilecek mi?
İkinci sorunun cevabı, birinci sorunun da cevabını verecek.