Alper Görmüş
(Taraf, 14 Eylül 2012)
Türkiye’nin planlanmış karanlık olaylarla ve bu olaylardan iktidar devşirme hamleleriyle dolu siyasi geçmişi şunu açıkça gösteriyor: Bu ülkede bazı tarihler bu amaç doğrultusunda “kritik ve uygun zaman” olarak önceden belirleniyor ve bütün o karanlık olaylar o “hassas” tarih akıldan hiç çıkarılmadan adım adım hayata geçiriliyor.
Elbette yaratılan kaos dönemlerinin tamamının belirli bir tarihe “ayarlı” olduğunu iddia etmiyorum. Bunların bir bölümü, sadece bazı süreçleri kriminalize etmek ve sürecin “kabul edilemez” noktaya varması durumunda zor kullanarak durdurmanın meşruiyet araçları olarak kurgulanmışlardı. Örnek: 1990’ların ilk yarısında işlenen ve “şeriatçılar”a fatura edilen, çoğu Cumhuriyet gazetesi yazarı faili meçhul laik aydın cinayetleri... Bu cinayetler, yükselmekte olan siyasal İslamcı hareketlerle ilgili olarak toplumda bir duyarlılık yaratmak; gün gelir de bu güçler iktidara gelirlerse, o iktidarı gayrı meşru ilan etmede yararlanmak amacıyla kurgulandılar.
Cumhuriyet yazarı da “olabilir” demişti
Ergenekon davalarının başlangıcında, Cumhuriyet gazetesi yazarı Orhan Bursalı da aşağı yukarı bu noktaya gelmişti. Bursalı, o dönemde kaleme aldığı şu satırların bugün hatırlatılmasından memnun olmayacak ama, ne yapalım:
“Muammer Aksoy’lardan Bahriye Üçok’lara, ülkemizin en büyük soruşturmacı gazetecisi Uğur Mumcu’dan yetkin akademisyen ve Cumhuriyetçi demokrat Ahmet Taner Kışlalı’ya kadar onlarca isim... Ve savcı Doğan Öz... Bu cinayetlerin hiçbiri aydınlatılmadı! Katilleri ve örgütleri bilinmiyor!
“Ancak bu cinayetlerin işleniş biçimleri ve zamanları olağanüstü niteliktedir! Cinayetler büyük kitleleri harekete geçirmiş, Uğur Mumcu cinayetinde 500 bin kişi yürümüş, hemen hepsi, yine olağanüstü durumların hazırlığı olarak nitelendirilebilecek psikolojik ortamları çağrıştırmıştır!
(...)
“O halde soralım: ‘Ergenekon’ ve veya benzeri yapılanmalar mı Cumhuriyet’in çevresindeki cinayetlerde rol oynuyordu? (...) Bu konu daha ayrıntılandırılabilir; ama sonuçta geçmişten bugüne baktığımızda, eğer böyle bir yapılanmadan bahsediyorsak, bu örgütlenmenin Cumhuriyet aydınlarının katledilmesinde rolü olabilir... Dahası, eğer devamı onlar ise, Cumhuriyet’in geçen yıl bombalatılmasında da! Gazetemiz ve çalışanları, onların provokatif amaçları için hedef olabilir...” (Orhan Bursalı, Cumhuriyet, “Ergenekon ve Cumhuriyet”, 3 Ağustos 2008).
2007’nin hassaslığı, beş yıl öncesinden ilan ediliyor
Siyasal sonuçlar üretmek üzere planlanmış fakat herhangi bir tarihe “ayarlı” olmayan karanlık olaylar silsilesine dair bu örneği aktardıktan sonra şimdi artık asıl konumuza gelebiliriz... Yani yine birtakım karanlık olaylar peş peşe gelecek ve fakat bu defa bu olaylar asıl hâsılasını belirli bir “hassas” tarihte versin diye planlanmış olacak. Örnek: “Hassas” 2007 yılı için kurgulanmış anti-misyoner kampanya ve Hıristiyan azınlıklara yönelik cinayetler...
2007 neden çok hassas bir yıldı? Bunu biraz hatırlayalım...
3 Kasım 2002 seçimlerinden birkaç gün sonrasıydı... Sabah’tan ayrılan Zafer Mutlu ve ekibinin kurduğu, henüz birkaç ay önce yayına başlayan Vatan gazetesi, beş yıl sonra ortaya çıkacak bir “tehlike”ye işaret ediyor, 2007’de yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) parlamentodaki gücünü kullanarak kendi istediği birini Çankaya’ya çıkartabileceğini hatırlatıyordu!
İktidar partisi milletvekillerinin henüz mazbatalarını bile almadığı günler için hayli “ilginç” bir gazetecilikti... Tabii bir yandan da “öngörülü” bir haber-analiz olduğu söylenebilirdi. Çünkü böylece Türkiye’de 2007’de gerçekten kıyametin kopacağını ve bazı “irade”lerin hareketlerini 2007’ye endeksli olarak düzenleyeceklerini beş yıl öncesinden ilan etmiş oluyordu.
Hiç kuşkusuz Vatan’cılar, bir AK Parti’linin cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacağı 2007’de kıyametin kopacağını imâ ederlerken son derece haklıydılar.
Bunu, Yasemin Çongar’ın Artık Sır Değil/ Amerikan Gizli Telgraflarında Türkiye adlı kitabında yer alan bir belgeyi aktararak göstereyim...
15 Kasım 2002... Yani AK Parti’nin seçimi kazanmasından iki hafta kadar sonra... Dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, Washington’a gönderdiği “Türkiye’nin Derin Devleti” başlıklı raporda bakın ne diyor:
“Eski bir Milli Güvenlik Kurulu üyesi bize, Derin Devlet’in kalbinde cumhurbaşkanlığının (ki kâğıt üzerinde sınırlı yetkisi var), askeriyenin (ki resmen başbakana bağlı) ve (resmen bağımsız olan) yargının bulunduğunu anlattı.”
Eh, 2007’de kıyamet kopmasın da ne olsundu? Daha doğrusu, 2007’den daha “kritik” ve daha “uygun” bir zaman olabilir miydi? Olamazdı.
“Hassas” 2007’ye ayarlı azınlık cinayetleri
Genel strateji belliydi: 2007’ye kadar bu iktidarın “takiye”leri ortaya çıkarılmalı, “gerçek yüzü” teşhir edilmeliydi... O kadar ki, 2007 seçimleri geldiğinde eğer o tarihe kadar iktidarda kalabilmişse AK Parti bir “şeriatçı”yı “Atatürk’ün makamına” çıkarmaya cesaret edemesin...
Ne var ki korkulan oldu, “kötü senaryo” gerçekleşti ve 2003-2004 darbe girişimlerine rağmen AK Parti yerinden edilemedi...
2005’ten itibaren ülkede ilginç bir şey olmaya başladı... Sanki, 2003-2004 darbe girişimcilerinin günlüklerinde anlattığı, arzu ettiği şey olmaya başlamış, ülke, içlerinden kesif provokasyon kokusu yayılan birtakım eylemlere, gösterilere sahne olmaya başlamıştı. Bu dönemin başlangıç tarihi olarak, 21 Mart 2005’teki Nevruz gösterilerinden bir gün sonra Mersin’de gerçekleşen “bayrak yürüyüşü”nü almak yanlış olmayacaktır...
2007’ye endeksli provokatif eylemler dizisinin yönetmenleri bu hareketlenmelerle “içeri”nin tansiyonunu arttırırlarken, anti-misyoner kampanya ve Hıristiyan azınlıklara karşı girişilen katliamlarla da “dışarı”ya, “Batı”ya mesaj veriyor, Türkiye’deki siyasal hareketlerin nüanslarından habersiz Batı basınına bir koyup üç alıyorlardı: İktidarda İslamcılar vardı, bu cinayetleri de elbette onların sokaktaki uzantıları işliyordu.
Neticeyi biliyorsunuz: Olmadı... Cumhurbaşkanlığı seçimlerine (Mayıs 2007) üç ay kala Hrant Dink’i, bir ay kala da Malatya’da Hıristiyan misyonerleri katlettiler, yine olmadı, olduramadılar... Ve 2007’den itibaren de devran dönmeye başladı, hesap dönemi açıldı.
2015: Yeni “kritik ve uygun” zaman
Buraya kadar okuduklarınıza bakıp da “bunların bu yazının tepesindeki başlıkla ne ilgisi var” diye sormayacaksınız, değil mi?
Evet, düşündüğünüz gibi: Bunları size, Türkiye’nin önünde “tarih ayarlı” yeni ve tekinsiz bir karanlık olaylar silsilesinin açılmakta olduğuna dair kaygılarımın temelsiz olmadığına ikna olun diye anlattım.
Evet, ben, yeni “kritik ve uygun zaman”ın 1915 Büyük Felaketi’nin 100. yıldönümüne denk düşen 2015 olduğuna dair tekinsiz sezgilere sahibim. 2014’te Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimleri var, 2015’te de genel seçimler. Bu iki yıl boyunca dünya çapında büyük kampanyalar düzenlenecek. Karşılığında içeride milliyetçilik pompalanacak.
Taraf’ta kaleme aldığım iki yazıda (21 Ocak 2012 ve 2 Mart 2012), dışarıda bu kampanyalar düzenlenirken içeride neler olabileceğini uzun uzun anlatmıştım. İsterseniz o yazılara yeniden göz atabilirsiniz.
Geçtiğimiz günlerde Ali Bayramoğlu’nun da dikkat çektiği tekinsiz 2015’le ilgili olarak (Yeni Şafak, 6 eylül) şimdiden bir uyanıklık yaratmak için gayret sarf edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Üstelik bu işin üstesinden Hrant Dink’siz ve ancak o söylediğinde sahih bir tını veren şu türden satırlardan mahrum olarak gelmeye çalışacağız:
“(...) Bu çağda, ne bir parlamentonun hakemliğe soyunmasını kabul ediyorum, ne de bir devletin. Geçek hakem halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez.
“Benim tek isteğim, canım Türkiyeli arkadaşlarımla, ortak geçmişimi alabildiğince etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarmamacasına özgürce konuşabilmek.
“Bunu bir gün tüm Türklerle Ermenilerin de kendi aralarında konuşabileceklerine yürekten inanıyorum. Dünya Ermenileri 1915’in 90. yılını anmaya hazırlanıyor. Ansınlar... Haklarıdır. Yukarıdaki satırlar da bendenizin ruh halidir... Arz ederim.” (Birgün, 1 Kasım 2004).
Hrant Dink’in yazılarını okuduktan sonra her zaman kahrolarak aynı soruyu soruyorum: Bunları okuduktan sonra, onu yok etmeye karar verenlerin nasıl bir “isabet” kaydettiğini takdir etmemek elde mi?
Yarın 15 Eylül, Hrant Dink’in doğum yıldönümü, fakat tekinsiz 2015’e doğru o’nsuz gidiyoruz.
Bakalım ne yapacaklar, bakalım ne yapacağız?