Ferdan Ergut
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi MYK Üyesi
Solda gittikçe yayılma emaresi gösteren hemen her konuda “kategorik reddiye”ye dair bir şeyler söylemek istiyorum. Bazılarının bir türlü arkada bırakmayı başaramayıp temcit pilavı gibi önümüze getirdikleri 2010 Referandumuyla ivmelenen bir ruh hali var. Atılan hiçbir adımın aslında önemli olmadığı, bütünüyle AKP’nin tezgahı olduğu konusunda –bazı örgütler müstesna- genel bir kabul oluştu.
İlk başlarda bu tarzı belirleyen ana unsurun, alışageldiğimiz siyaset yapma biçimi olduğunu düşünüyordum. Bu tarz, şu doğru kabulden yola çıkıyor: Karşımızda hegemonyasını gittikçe derinleştiren, devletin bütün unsurlarına hakim olmaya başlamış bir iktidar var. Daha sonra ise doğru olmayan şöyle bir hat izliyor: Bu iktidarın yaptığı hiçbir şeyi onaylayan pozisyonda olamayız; her ne yaparsa yapsın direnmeli; direnmenin mantıksız olacağı durumlar ortaya çıktığında da –en son paket meselesindeki gibi- olup bitenin aslında iktidarın göz boyamasından ibaret olduğunu halka anlatmalıyız. Bu muhalefet tarzını hiçbir zaman anlamlı bulmadım; toplumda herhangi bir karşılığı olduğunu düşünmedim. Ama yine de bu genel çerçeve içinde bu marazi muhalefet biçiminin açıklanabileceğini düşündüm.
Oysa şimdi onca alamet belirdikten sonra sorunun belki daha derinde olabileceğini düşünmeye başladım. Türkiye solunda (aslında açıkça Türk solu demek gerekiyor) ciddi bir “yenilgici” zihniyetin yerleştiğini düşünüyorum. Başarı hikayesi olmayan, sürekli direnişler ve acılarla yoğrulmuş bir tarih yorumu gittikçe zihin dünyamızı belirlemeye başlıyor. Eğer böyleyse, oldukça karamsar bir tablo ile karşı karşıyayız demektir. Zihniyetler ideolojilerden, siyasetlerden v.s. çok daha direngendir; bir kere yerleştiler mi değişmeleri çok uzun zaman alır. Örgütlü sol, çevresinde olup biteni eğer bu zihniyetin içinden anlamlandırmaya başlamışsa durum vahimdir; zira özgüveni bu kadar düşük bir politik öznenin akıp giden hayata müdahale etmesine imkan kalmaz. Söylenen ama söylemeyen bu “apolitik militan özne”, görünürdeki bütün “radikalliğine” rağmen siyaset yapamayacak, siyasetin imkanlarını genişletecek fırsatları bile değerlendiremeyecek, bütün bunların yerine fildişi bir kuleden sürekli hakikat vaz edecek ve olur’ları değil, olmaz’ları söyleyecektir. Yanılmış olmayı dileyerek temel meseleme geleyim.
Türkiye’nin demokrasi mücadelesinin tarihi ve -her zaman onun bir parçası olmuş olan- solun tarihi bu “yenilgiciliği” hak etmiyor! Bu yazının temel meselesi ise bu kadar basit bir gerçeğin neden görünemiyor oluşudur. Hiçbir birey veya grup hayatın bütün gerçekliğini elbette göremez. Hiçbirimizin tanrısal/olimpik bir bakışı yok, olamaz da… Neyin görünüp neyi görünemeyeceği, zihin kalıplarımızın, teorik araçlarımızın elverdiğince mümkün… O kalıplar bizi bir yandan dünyayı gözleyecek araçlarla donatırken, bir yandan da sınırlıyorlar. Teorik çerçevemiz (hayatını idame ettirebilen istisnasız her birey teorisyendir!) aslında bir tünel... Her teorik çerçeve belirli bir alana ışık düşürüyor. O alanın dışında, karanlık hüküm sürmeye devam ediyor. Zorunlu olarak böyle! Kimi teorik çerçeve sınıf sorunlarına ışık düşürür ve o sorunları net görmemizi sağlar. O çerçeveye aşina olmayanların (mesela Marksist olmayanların) göremeyeceklerini görürüz. Ama yine karanlıkta kalanlar olacak! Coğrafya/iklim sınıftan daha mı az önemlidir? Ya da bireylerin/grupların tanınma ihtiyaçları, kimlik sorunları daha mı az varoluşa ilişkindir? Farklı teorik çerçeveleri yardıma çağırmadan bu alanlara ışık düşürmek çok zor. Hakikati ne kadar farklı açılardan kuşatırsak, dönüştürmeyi o oranda başaracağız!
Bir an için dünyayı algılama biçimimizi değiştirmeye çalışalım. Tarihle birlikte düşünelim. (Dilimize pelesenk olmuş “tarihsel düşünmek”ten değil; söylediğimiz her şeye bir zaman boyutu eklemekten bahsediyorum.) Bakalım o durumda neyi nasıl göreceğiz?
Son tahlilde bir nedensellikten bahsediyoruz. Bugün olmuş olan bir olayın (mesela “demokratikleşme paketi”nin) neden olduğuna dair fikir yürütürken hangi politik ve toplumsal öznelerin temel nedenler arasında olduğunu tartışıyoruz. Tarihle birlikte düşündüğünüzde zaten ilk elde söylenecek olan şudur: Tarihte hiçbir olgunun tek bir nedeni, tek bir öznesi yoktur. O olguya neden olan özneler ve olaylar birden fazladır. Çoklu nedensellik, tarihle birlikte düşünmenin birincil koşulu!
Yukarda söylenenler doğruysa: AKP, Türkiye’de olan biten hiçbir şeyin, ama hiçbir şeyin tek nedeni değildir! Tarihle birlikte düşünmeyen muhalefetimizin algısı ise şöyle işliyor: Türkiye’de bir tane politik özne vardır; o da AKP’dir. AKP seçenekler içinden seçer ve eyler! İstediği biçimde, istediği zamanda eyler! Onu kısıtlayan (belirleyen?) hiçbir dinamik yoktur. Türkiye’de olan biten her şey AKP’nin mühendislik projesidir.
Bir iktidar, sözde muhalefet eliyle ancak bu kadar muktedir kılınabilir! Bu dünya gerçek olamayacak kadar garip. Bu dünyada öncelikle tarih yok. Bu tasavvur –üstelik hiç farkında olmadan- bize aslında şunu söylüyor: Bu ülkenin bir demokrasi mücadeleleri tarihi yoktur. Daha öncesinden değilse bile en azından 1877’de açılan ilk Meclis için verilen mücadeleden başlayarak yapılan mücadelelerin toplam etkisi sıfırdır. Tarihçi Braudel’i yardıma çağırarak söylersem sadece bu “uzun dönemli” tarihin değil; Türkiye’de 1960’lardan bu yana verilen devrimci/sosyalist mücadelenin “orta dönemli” tarihinin de toplam etkisi sıfırdır! Bu yazıda söz konusu edilen muhalefetin dünyası 2002’de AKP iktidarıyla başlamış gibidir. Bu dünyada, tarihe, geçmişe yapılan bütün atıflar neredeyse seremoni atıflarıdır. Farklı grupların kendi iç dayanışmalarını (asabiye) arttırmak için kullandıkları bir motivasyon aracıdır geçmiş. Geçmişin bugünlere bıraktığı miras, somut çıktılarda aranmaz. Örgüt üyelerinin bağlılıklarını arttırmak için kullanılan –önemli oranda mitoloji de barındıran- tarihsel olgular içinden keyfi bir seçmeceyle oluşturulan bir araç kutusudur geçmiş…
Ortada, anlaşılması çok zor, çarpıtılmış bir gerçeklik var: Bütün tarihsel ve kişisel tanıklıklara rağmen bu ülkede sol, atılan demokratik adımlarda kendisini görmüyor! Görmediği gibi o adımları kendi eliyle AKP’ye hediye ediyor; alan boşaltıyor. Örneklere yerim kalmadı (oysa esas keyifli alan burasıydı!). İki üç örnekle bitirmek durumundayım. Referandumda “darbecilerin yargılanmasını” mümkün kılan maddeyi çok konuştuk. Bu mesele, AKP’nin mi meselesiydi? Kimsenin umurunda olmadığı o uzun yıllar boyunca bu meseleyi kim gündemde tuttu? Neredeyse 30 yıl boyunca her 12 Eylül’de yılmadan –hiç de kalabalık olmayan- o mitingleri düzenleyen, “darbeciler yargılansın” diyen AKP ya da öncelleri miydi? Elbette hayır? Bizlerdik. Ne zamana kadar? AKP bunu Referandum paketine dahil edene kadar! Sonra solun büyük bölümü anlaşılmaz bir akıl tutulmasıyla alanı hemen boşalttı. 30 yıllık mücadele tarihimiz yok olmuş ve kendi tarihsel gündemimiz birden AKP’nin manipülasyon aracına dönüşmüştü. (Birileri bunlar acı ilacı yutturmak için sunulan bonbon şekerleri falan demişti). Tarihsel gündemlerimiz bu kadar kolay manipüle edilebiliyordu; sadece bonbon şekeriydi!
Bir iki tane de “paketten” örnek vereyim: Bu ülkede 20 yıldır 12 Eylül’ün kamu çalışanlarına koyduğu siyaset yasağı ile kim mücadele etti? AKP ya da öncelleri mi? Elbette hayır! Başta 1996’da kurulan Tarihsel ÖDP olmak üzere birçok sosyalist, yıllarca bunun mücadelesini verdi, bedeller ödedi. Peki, o ırkçı “andımızın” kaldırılması için AKP ya da öncelleri ne zaman ağızlarını açıp laf ettiler? Bu alanda da asıl çabayı sarf eden, birçok tezviratı göğüsleyen Türkiye’nin sivil toplum kuruluşları, demokratik kamuoyu değil miydi? Nefret suçlarının kabulü için kimler uğraştı? AKP ya da onun “düşünce kuruluşları” mı? Türkiye’de artık çocuklar ana dilinde eğitim (dil kursu değil!) almaya başlayacaklar? Kürt siyasal hareketinin baskısı olmasa –binlerce Kürt siyasetçiyi hapiste tutan- AKP’nin bu konuda herhangi bir adım atacağına ilişkin elimizde bir veri mi var?
Soru basit: Bütün bu ve benzeri konularda, mücadelenin merkezinde yer almış olan insanlar neden kamuoyuna dönüp bir başarı hikayesi anlatmazlar? Neden mücadelelerinin başarıyla sonuçlandığını, yıllar boyunca mücadelesini verdikleri meseleleri sonuçta iktidara kabul ettirdiklerini söylemezler de; yıllarını harcadıkları alanları bir anda boşaltıp iktidara bırakırlar?
Örnekleri çoğaltmanın yararı yok. Son iki örneğe geri dönüyorum: Nefret suçlarında anlayabildiğimiz kadarıyla LGBT bireyler hala kapsam dışı. Çocuklar ana dillerinde eğitim görebilecekler; ama parasını öderlerse! Paketin içinde hiç yer almayanları bahsetmedim bile: KCK’lilerin rehin tutulmaya devam edilmesi, yerel yönetim özerklik şartının şerhlerini kaldırmak gibi basit bir adımın bile henüz atılmamış olması v.s. Demek ki aslında yukarda söylediğim “başarı hikayesinde” henüz eksiklikler var. Eh, bundan doğal daha ne olabilir? Bu eksiklikler her ne zaman tamamlanacaksa, karşımıza başka eksiklikler çıkacak! Buna siyaset diyoruz zaten!
Yenilgiciliğin bir de bu yönü var: Atılan (attırdığımız!) adımların önümüze çıkardığı fırsatları görmemize engel oluyor. Özel okullarda anadilinde eğitim hakkını veren (vermek zorunda kalmış!) bir iktidarın kamu okullarında bu hakkı vermemekte artık nasıl zorlanacağını (daha doğrusu bu alandaki mücadelede elimizin nasıl güçlendiğini) göremiyoruz. Süryanilere verilen (yılların mücadelesiyle verdirtilen!) arazinin, azınlık vakıfları için yapılan mücadelenin önünü nasıl açabileceğini düşünemiyoruz.
Kimimiz bundan da beter: AKP’den herhangi bir şey talep etmenin neredeyse bir hainlik olduğunu, sırf talep etme halinin bile AKP’yi “meşrulaştırdığını” düşünen komünist partiler falan var memlekette. Siyaset, talep etmek değilse, iktidarın üzerine talep boca etmek değilse, taleplerin kabul edilmesi için kitleleri o taleplerin arkasına dizmeye çalışmak değilse başka nedir? Kürtler yıllardır bize ders verip duruyorlar. Hem mücadele ediyorlar, hem müzakere ediyorlar. Kendine güvenen bir politik öznenin neyi nasıl yaptığına bile bakamayacak halde miyiz?
Bunların hepsini görüyor ve düşünüyoruz ama iktidara adım attırmak için mahsus mu söylemiyoruz? Eğer böyleyse – ve mesela Kürt siyasal hareketi gibi arkanızda 30 yıllık başarılı bir politik mücadeleyle inşa edilmiş milyonlarınız yoksa- daha da saçma! Siyasetle uzaktan ilgili sokaktaki yurttaşın bile –iyi veya kötü- önemli bir şeylerin olduğunu hissettiği ortamda “hiçbir şey olmuyor” demenin hiçbir karşılığı yok. Olanları biliyoruz; üstelik olanların yıllara dayanan mücadelemizin sonucunda da olduğunu da biliyoruz. O zaman bunu söylemek için neyi bekliyoruz? İktidarı, muktedir göstermekten vazgeçip muhalefetimizin muktedirliğini niye vurgulamıyoruz?
“Tarihle birlikte düşünmek” demiştim. Bazı nedenler, çabuk sonuç verir. Önümde yürüyen adama başarılı bir çelme takarsam bu nedensellik kendisini çabuk gösterir: Adam düşer! Ama her nedensellik böyle işlemez. Bazıları çok yavaş ilerler (yine Braudel!). Buğday tarlası gördüyseniz, ya da bir greve şahit olduysanız her iki olgunun da arkasında çok daha yavaş ilerleyen bir nedensellik olduğunu bilmeniz beklenir. Çok önceden tarlaya tohumlar ekilmiş ya da işçiler arasında siyasal çalışma yapılmıştır. (Bkz. kamu çalışanlarına siyaset yasağının veya “andımızın” kaldırılmasının arkasındaki nedensellikler bahsi!)
2010 Referandumunda da, “demokratikleşme paketi”nde de, yıllara yayılan mücadelelerinin meşruiyetini kanıtlar biçimde iktidarın kendilerinden yardım istemek zorunda kaldığı solcu/devrimci “akil insanlar”da da yaşadıklarımız buydu: Az, küçük, yetersiz de olsa atılan adımlarda esas pay sahibi olmamıza rağmen kendimizi resmin dışına düşürmek için cansiperane uğraşıyoruz! Akıl tutulmasına rasyonel bir izah bulmak zordur: An itibariyle bulabildiğim, yenilgici ruh halidir! Bu halin de nedenleri var elbette, ama o da başka bir yazının konusu!