Yazar Perihan Mağden, “Ben biraz da, dindarlara duyulan düşmanlığa duyduğum nefretten AK Parti’ye sempati duydum. Çünkü bu ülkede yıllarca dindarlara- nefretin de vahimi- küçümseme duyuldu. Bu benim için kabul edilemez. Ama şimdi dindarlar da ne kadar kin ve öfke doluymuş” oldum” dedi.
Taraf gazetesi’nden Murat Şevki Çoban’a konuşan Perihan Mağden, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi durumla ilgili olarak “Bundan daha kötü olamaz diye düşünüyorum. Daha ne kadar dibe batabiliriz yani, düşünsene. Bu kadar yolsuzluk ve hırsızlığa bulaşıldığı görünen bir ülkede senin halkın buna Hayır demedi. Bu sence dibe batmak değil mi?” ifadesini kullandı.
Türkiye siyasetinin, 90’lı yıllarda popüler kültürle şekillendirildiğini savunan Mağden “İbrahim Tatlıses’in Erdoğan'ın öncü kuvveti olduğu kanaatindeyim. Hülya Avşar da öyle. Herkese sataşır, ona laf, buna laf. Birisi ona ezkaza cevap verdi mi “E tabii benim reytingimden yararlanacak” olur. Şimdi Tayyip Erdoğan da öyle. Su içse bu iki magazin figürüne yarardı. Ve bence bütün 90’lar ve 2000’lerin ilk yılları boyunca bu popüler magazin figürleri bizi hadsizliğe, densizliğe, hedef şaşırtmacılığa, karartmacılığa, bugün gördüğümüz bütün bu araçlara bizi alıştırdılar.” şeklinde konuştu.
‘Tehlikeli Temayüller’ kitabı geçtiğimiz haftalarda piyasaya çıkan Perihan Mağden’in Taraf gazetesi’nde yer alan söyleşisinin bazı bölümleri şöyle:
Daha ne kadar dibe batacağız
Kısa süreli Taraf deneyimi dışında, köşe yazarlığından uzak beş yıl geçirdiniz. Bu süreçte kendinizle, ülkeyle ilgili neler keşfettiniz?
Yani her gün yazı yazmayınca yeni şeyler keşfettim değil. Ben zaten 37 yaşında köşe yazarı oldum, köşe yazarlığıyla gözümü açmadım. Türk medyasında şöyle bir şey var: Kısa şortumla Cumhuriyet’te gazeteciliğe başladım diye övünüyorlar. Korkunç bir şey bence o. Mesleki/ karakter deformasyonuna neden oluyor. Ben köşeyi bırakınca huzura kavuştum, daha az kin ve intikamla etrafa bakma şansı elde ettim. Özellikle son dört- beş yılımda çok siyaset yazıyordum, siyaset yazdıkça daha da kinleniyorsun, kinlendikçe daha da siyaset yazıyorsun. Political animal, siyasi bir hayvana dönüşmüştüm. Ondan bir nebze olsun kurtuldum diyebilirim.
Neden rahatsız etti siyasi hayvan olmak sizi?
Çok yoruldum ve çok çok üzüldüm. Bir kere aşırı derecede mahkemeye veriliyordum. Dum bile diyemeyeceğim hâlâ ediliyorum. Mesela en son Ocak ayında Hürriyet gazetesine popüler kültür üzerine röportaj verdim. Acun Ilıcalı bana 50 bin liralık dava açtı. Ve bana, röportajı yapana dava açıyor, Hürriyet gazetesine dava açmıyor. Üstelik iyi hesaplanmış, ilişkilerini de koruyacak yani. O kadar çok mahkemeye verildim, çile çektirildim ki, “Be kadın. Biz seni bu ülkede konuşturmayacağız” mesajı bana çok açık seçik bir şekilde veriliyor. Artistik bir mesafe de koyamadım ben köşe yazarlığıyla arama. Sadece kahrını çektim diyebilirim. Bir zaman sonra da burnt out, yanmış bir şekilde dolaşıyorsun. Çok çok ifade özgürlüğüne karşı bir ülke, bir de benim de mimlenmiş bir hâlim de var bence.
Neden mimlendiniz sizce?
Bilmiyorum. Bu mahkemeleme olaylarını düşün. Başbakanın dava açtığı gazeteciler o kadar kısa bir liste ki inanamazsın. Bekir Coşkun, Yılmaz Özdil… Hiçbirine dava açmamış. Son döneminde tamamen artık çıldırmış bir şekilde Ahmet Altan’a dava açtı. Ben Taraf’ta üç ay, haftada iki yazı yazdım. Bu sürede bile beni mahkemelemeye başlamışsa bunun sonu gelmeyecek herhalde, dedim. Dava açacaklarını da nasıl seçiyorlar bilmiyorum. Çünkü çok çok çok kahraman köşe yazarlarımız var. Mesela Tercüman gazetesi beni hedef gösterdi zamanında, ertesi gün yanıma Ece Temelkuran’ı da kattılar. Ben de fırsat bu fırsat, gazetenin avukatlarına dava açalım dedim. Sonra Ece Temelkuran’ı bekliyoruz bekliyoruz açamıyoruz davayı. Dediler ki “Onun bizde vekâleti yok.” Nasıl olur dedim? Benim vekâletim çünkü her avukatta, İstanbul’un 52 semtinde var. Meğer Ece Temelkuran’a hiç dava açılmamış o güne kadar. Nuray Mert’e hiç dava açılmadı. Kürsüden tehdit ettiği insanlara dava açmıyor. Dava açacakları insanları neye göre seçiyorlar, onu da artık bilim adamlarına bırakıyorum.
Yazıların arasında dolaşırken, yüzleşememe teması öne çıkıyor sanki. En tehlikeli temayül bu mu sizce?
Bence en tehlikelisi bu. Korku ve korkunun neden olduğu bütün hastalıklar: Yüzleşmeme, yalancılık, hedef şaşırtmaca, hakikat sevmezlik. Bütün bunlar emare herhalde. Çok korkutulmuşuz. Yüzleşmeme de korkudan çıkan bir şey. Korku toplumu olmak herhalde, en büyük sorunumuz.
Çekirdek aileden, siyaset sahnesine kadar her şeyi bu korku belirliyor yani…
Ben şöyle düşündüm: Şimdi ben mesela son seçimde hakikaten içim kan ağlayarak ömrümde ilk defa CHP’ye oy vermek durumunda bırakıldım. Peki, bu hoş bir durum mu? Korkunç bir şey bence. Hakikaten yaptım ve inanamıyorum şimdi, bir transa girdim herhalde.
Neden?
O kadar panik içindeydik ki… Şimdi düşünüyorum mesela, sıkıştırılmış vaziyetteyiz ve bir çıkış yolu yok; beni siyasette temsil eden kimse yok. Ama bütün bu kıstırılmışlıklar varken, ben sadede bakayım dedim. A partisi mi B partisi miden çok, bizim kişisel ahlakımız var mı yok mu… Bu daha önemli değil mi? Mesela liselerde ahlak dersi vardı, çok uyduruk bir dersti ve kaldırıldı. Adı hiç olmazsa ahlak dersiydi, şimdi din dersi var. Oysa ben şimdi görüyorum ki din, ahlakı karşılamıyormuş. Biz son yaşadıklarımızda AK Parti sayesinde bunu gördük, değil mi? İslamiyetin ahlaki kaygıları içermediğini gördük. Bu da mesela dindarlar için de özellikle büyük şok oldu. Felsefe dersi vardı, kaldırıldı. Mantık dersi kaldırıldı. Bütün bunlara isim olarak bile ihtiyaç duymamamız bizim hayatta da bunlara ihtiyaç duymadığımız anlamına geliyor.
Siyasî temsiliyetten bahsetmişken, zannediyorum 10 yıl önce de sizi temsil eden bir parti yoktu. Bugün seçmen davranışınızı değiştiren ne oldu?
Çünkü artık AK Parti’nin yaptıklarından o kadar müşteki oldum ki, bir reaksiyon olarak en azından bu şehirde yaşam stilimi savunma ihtiyacı hissettim. Şehir düzeyinde. Mesela Kanal İstanbul projesi gibi bir şey var başımızda. Gezi de bir AVM yapmak yapmamak üstünden çıktı. Kanal İstanbul’da bizim bütün şehir ayağa kalkmamız gerekiyor. Bu İstanbul’u katletme planı resmen. İstanbul’u rant yemeleri gereken bir pasta olarak görüp, bu pastayı bıçakla “A onu da ona veririm, bunu da buna veririm” kafası bu. CHP’ye razıyım, Kanal İstanbul karşısında, düşün. Bir yanda, AK Parti’ye dur deme ihtiyacı hissettiğim için böyle oldu. İnsaf deme noktasına geldiğim için zaten gidip CHP’ye oy verdim.
Nasıl geldiniz bu noktaya?
Daha nasıl olsun? Bence artık Tayyip Erdoğan’la komünikasyon çabasından bile vazgeçilmeli. İrrasyonalitenin topraklarına çadırını kurmuş bir insanla konuşamazsınız. Bir de saldırgan mazlum. Birisi bu kadar Ali Kıran Baş Kesen olacak, bu kadar saldırgan, bu kadar dediğim dedik- çaldığım düdük olacak, bu kadar tek adam idaresine geçmiş olacak ve sonra da mazlum çığlıkları atacak. Bu kombinasyon artık psikolojik olarak ölümcül kombinasyon benim için. Yani artık konuşmanıza, görüşmenize ve ona dair herhangi bir ümit beslemenize bence imkân yok.
Oylar ortada… Ümit besleniyor demek ki?
Çıkar dayanışması. Çıkar dayanışması ve özdeşleşme çok mühim bu toplumda. Yani diyor ki, naparsa yapsın kardeşim karısının başı bağlı, benimkinin de başı bağlı. Başkaları çalmadı mı, diyor. Bize sıra geldi, diyor. Bence mazlum olduklarına ya da Fethullah Gülencilerin onlara müthiş oyunlar oynadıklarına inanmadılar. Önemli olan özdeşleşiyor olmaları ve güçlüden çok hoşlanıyorlar. Tayyip Erdoğan mutlak bir güç figürü ve her geçen gün bunu daha da pekiştiriyor. bu psikolojik şeylerle verdiler. Alıştıkları için verdiler. Güçlünün yanında yer almak için verdiler. Mesela yoksul maaşı bağlanmış insanlar verdi, sanki Başbakan kendi cebinden veriyor gibi. Zaten yapılması gereken şeyleri ilk defa gördükleri için oy verdiler. Hizmet getiren yanı, en çok onun oy deposu olan alt sınıfı, onların yaşam kalitesini etkiliyor. Bunların devamlılığını sağlamak, hem de minnetlerini göstermek için oy vermeye devam edecekler.
Bu kutuplaşmanın iki partili bir sisteme kadar yolu var, diyenler var?
En son seçimde biraz bunu yaşadık, değil mi? Biraz AK Parti’ye küsenler cömertçe MHP’ye gitti, onun dışında da bir şey yaşamadık. Böyle bir gidişat olabilir. Onun için bu Gezi’den böyle bir siyasi parti çıksın çok isterdim. Şehirli, başkanının kadın olduğu, feminist, insana saygılı, gay haklarını da savunan, Alman Yeşiller Partisi gibi bir hareket çıksa çok sevinirdim. Bir de bizim eski solcularımız var bir kere, aman Allahım, işsizler güçsüzler. Hop diye her şeye gidip orada bir bereketsizlik, bir kokozluk mutlaka yaratıyorlar. Keşke 35 yaşın altındakilerden oluşan bir siyasi hareket çıksa ve 68- 78 kuşağını kapılarından değil, semtlerinden içeri almasalar. Onların fikirlerinden hiç yararlanmasalar, çünkü onların fikirleri çok bayat, test edilip başarısızlığı yüz binlerce kez kanıtlanmış.
Kadın başkan, gay hakları gibi öneriler HDP’nin programında vardı…
İşte ona da çok oportünist bir şekilde, oyları bölmeyelim diye baktım. Bir kere BDP vardı, bunu niçin kurdular, onu bile tam açıklamadıklarını düşünüyorum. Sen anladın mı, niye kurulduğunu?
Türkiye partisi olmak, gibi bir iddiayla yola çıkıldı…
BDP’yi daha Türkiye partisi hâline getirselerdi? Demin dediğim 68’lilerle 78’lilerin bangır bangır vitrine konulduğu bir partiden söz ediyoruz, HDP derken, değil mi?
Bütün bu ahval ve şerait içinde, düzlük yola nasıl çıkar Türkiye?
Ben büyücü müyüm, ne bileyim Murat.
Tahmin etmek için büyücü mü olmak lazım yani?
Yani diyorum ki, denizler durulmaz dalgalanmadan. Her hayırda bir şer, her şerde bir hayır var. Böylesi laflarda teselli bulmaya çalışıyorum. Ama bilmiyorum önümüzde ne olacak. Ama bundan daha kötü olamaz diye düşünüyorum.
Dibe battık yani?
Daha ne kadar dibe batabiliriz yani, düşünsene. Bu kadar yolsuzluk ve hırsızlığa bulaşıldığı görünen bir ülkede senin halkın buna Hayır demedi. Bu sence dibe batmak değil mi?
Öncü kuvvet Tatlıses
Türkiye siyasetinin, 90’lı yıllarda popüler kültürle şekillendirildiğini söylüyorsunuz. Mesela İbrahim Tatlıses başat bir faktör, diyorsunuz…
İbrahim Tatlıses inanılmaz bir medya aktörüydü ve çok çok etkiliydi. Bizim günümüz ve gecemiz geçmiyordu ki İbrahim Tatlıses’le ilgili bir habere rastlamayalım. İbrahim Tatlıses hep şunları söyledi… Yaptığı bütün haltların karşılığında “Meyve veren ağaç taşlanmaz, Güneş balçıkla sıvanmaz diyor. Çamur at izi kalsın” diyor. İbrahim Tatlıses’in 90’larda bize yaptığı ve kanıksattığı bütün numaraları şimdi Tayyip Erdoğan yapıyor. Hatta İbrahim Tatlıses’in onun öncü kuvveti olduğu kanaatindeyim. Hülya Avşar da öyle. Herkese sataşır, ona laf, buna laf. Birisi ona ezkaza cevap verdi mi “E tabii benim reytingimden yararlanacak” olur. Şimdi Tayyip Erdoğan da öyle. Su içse bu iki magazin figürüne yarardı. Ve bence bütün 90’lar ve 2000’lerin ilk yılları boyunca bu popüler magazin figürleri bizi hadsizliğe, densizliğe, hedef şaşırtmacılığa, karartmacılığa, bugün gördüğümüz bütün bu araçlara bizi alıştırdılar.
Nasıl?
Tayyip Erdoğan sahneye geldiğinde bu ortam hazırlanmıştı. Özal Türkiye’siyle başlayan bir hadsizlik; “A ne var, ben de konuşamaz mıyım, benim de fikrim var” durumu. Bu hadsizlik öncesinde, kültürel sınıf farkına hürmet ediliyormuş. Sonra bütün o kültürel sınıf farkı yıkıldı ve çıkan bu medya figürleri, mesela Reha Muhtar’ın Show Haber’i de çok önemli. O kendini şimdi büyük solcu, devrimci olarak görüyor ama ben onun Türkiye’yi mahvettiğini düşünüyorum. Bir hastalık çıktığında, o hastalığı hazırlayan koşullar da var. Bütün bu koşullar popüler kültürde de aranmalı. Çünkü bizim milletimizi İbrahim Tatlıses şu savunmaya alıştırdı: Her şeyde “Güneş balçıkla sıvanmaz”. Şimdi de Tayyip Erdoğan’ın güneşini kimse balçıkla sıvayamıyor.
'Ahlak olmadan dinin olması ne fayda'
Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Nasıl bir süreç bekliyor ülkeyi?
Yani işte, Tayyip Erdoğan’ın tek adam olma kararlılığının fırtınalarını yaşayacağız. Beni asıl şaşırtan da ben AK Parti milletvekillerinden de bir tepki beklerdim. İlk kurulduğunda koalisyon partisi olarak kuruldu AK Parti ve çok büyük bir çekim alanı yarattı. Sonra Tayyip Erdoğan giderek giderek giderek beslendiği bütün nehirleri kuruttu gibi geliyor insana. Kendi eşiti ve reşidi figürleri etrafında tutmak istemediğini görüyoruz, bunu danışmanlarına bakarak bile söyleyebilirsiniz. E, bunu giderek daha da koyultuyor. Diyor ki, ben tek başıma her şeyi düşünüyorum. Her şeyi düşündüğünü görüyoruz zaten. Bakıyoruz Fas gezisinde bile TV’deki altyazıyı düşünmüş. “Siz bana ayakbağı olmayın, ben alıp başımı gideceğim” diyor. AK Parti’den hiçbir ses çıkmaması, parti içi bütün unsurların bu kadar Yes, man’ci olması da beni şaşırtıyor. Mutlu mesut, korku içinde titreyen kadrosuyla birlikte- oğlunun ne kadar korktuğunu düşün, insanın öz oğlu babasından böyle korkuyorsa, etrafındakilerin ondan nasıl korktuğuna bir paye biçebiliriz- böyle bir durum içinde cumhurbaşkanlığına doğru pata küte ilerliyor. Bakalım ne olacak.
Rayında giden tren, eşyanın tabiatı gibi bahsediyorsunuz. Oysa en nihayetinde seçim olacak?
Felaketlerin tabiatından bahsediyorum sana. Böyle gelecek. Adaylar çıkacak tabii. Haşim Kılıç deniyor, Abdullah Gül diye umut ediyorduk. Ama aday çıksa da en azından çok çok gözükara bir mücadele vereceği kesin ve biz de o mücadelenin sahası olacağız. Bu da çok acıklı değil mi?
Daha da kutuplaşacak bu toplum yani?
En son Pamir’in aranması sırasında birtakım AK Parti sevdalılarının çıkıp söyledikleri çok çok acıklıydı. Bu bizim artık ne kadar karpuz gibi ortadan bölündüğümüze delil. Ve ne kadar kin ve şüphe ve düşmanlıkla yaklaştığımızın delili. Şu parti veya bu parti önemli değil- ben bu kitapta bunu demeye çalıştım- Biz kendi bahçemizi temizleyelim, ruhsal bahçemizi. El âlemi yalancılıkla suçlayabilmek için kendi hayatımızdan yalanı ve dolanı atmamız lazım. Yaptığımız şeylerin Freud’un 90 yıllık mekanizmaları olduğunu anlamamız lazım. Ahlak olmadan dinin olması ne fayda? Bütün bunları bizim her birimizin düşünmesi gerekiyor.
Peki son dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fantastik buluyorum. Hepsinden öte, ben şunu açıklamasını istiyorum: Belgeler çıkıyor çıktı, mahvedeceğiz. Bankalarını basacağız, inlerine gireceğiz, diyorlar. Şimdi bu tarafta bir sürü telefon kaydı, belge var. O getirdi, bu getirdi tartışmayalım. Burada belge var. Peki, bu canavara, “Pensilvanya canavarı”na karşı niçin bir adet belge yok? Bunun açıklaması var mı?
Nerede belge? Şu gün açıklayacağım, bugün… Geldi, geliyor… Hiçbir şey gelmedi. Sadece komplo teorileri, Dan Brown/ Ergun Poyraz romanları tadında, hayali canavar yaratmalar, gulyabani yaratmalar, saçmasapan baskın basanındır hâli…
Dindarlar da kin doluymuş
Ben biraz da, dindarlara duyulan düşmanlığa duyduğum nefretten AK Parti’ye sempati duydum. Çünkü bu ülkede yıllarca dindarlara- nefretin de vahimi- küçümseme duyuldu. Bu benim için kabul edilemez. Ama şimdi bu küçümsemeyi duyanları haklı çıkaracak davranışlar sergilendiğini görüyorum. Çok üzücü değil mi? Küçümsemeleri haklı çıkarmayacak bu tabii ama “Bir taraftan da dindarlar da ne kadar kin ve öfke doluymuş” oldum. Ben onların daha iyi aile çocuğu, efendi, değerlerine düşkün, insana saygılı bireyler olmalarını ümit ediyordum. Şimdi böyle bir kin, nefret, öfke hisleriyle yanıp tutuştuklarını görmek birtakım benim gibi “Yetmez ama Evetçi”leri çok çok sarstı.
Neden yetmez ama evet’çiydim…
Çok acayip bir nefret var koyu Kemalistler arasında liberallere karşı. Çılgınca nefret ediyorlar, hatta sanki AK Parti’yi biz yarattık, biz omuzlarımızda yükselttik havasındalar. Bir kere bizim ne oy olarak, ne okunma olarak etkimizin esamisi okunmuyor. Biz zaten bizim gibi düşünenleri etkiliyoruz. Ben niye “yetmez ama evetçi”ydim? Düşün benim çocuğum var, kışın tokyoyla dolaşıyor, ben de çocuğuma ayakkabı almak istiyorum. İstemez misin çocuğuna ayakkabı almak? Ben “Yetmez ama evet” derken internetten bir ayakkabı ısmarladım aslında, kutu geldi ki içinden “bullshit” çıktı. Kandırmaca. Kutuya talaş yığını koymuşlar. Çok büyük bir düş kırıklığı ama sonuç olarak ben ayakkabı ısmarladım, talaş yığını değil. AK Parti bizim omuzlarımda yükselmiş gibi orantısız bir nefret duymalarını da anlamıyorum. Paketten bunun çıkacağını beklemedim. Bütün bu nüansları okumamak, bir de carala carala pabuç kadar dil.
Türkiye’nin siyaset kültürünü bile İbrahim Tatlıses etkiledi, diyorsunuz. Buna karşın, son dönem çıkan oyuncular nasıl bu kadar “seviyeli” olabiliyor?
Türkiye’nin değişmesine. Çok düzgün çocuklar çıkıyor. Üniversite, konservatuar mezunu çocuklar çıkıyor. Beren Saat Bilkent mezunu, Şahan Gökbakar- ki birtakım insanlar ona Recep İvedik muamelesi yapıyor- Bilkent mezunu, White trash ve yırtmak için bu piyasaya girmiş çocuklar değil, çok mesafeli ve yetenekliler. Dizilerden iyi para kazandıkları için, çıkıp medyada şaklabanlık yapmaları da gerekmiyor. Aksine para kazanmalarını pekiştirici bir şey olduğu için koydukları mesafe, bunu daha da yapacaklar. Ama mesela Kim Kardashian gibi tipler tam tersine kendini ne kadar rezil ederse, o kadar para kazanacak. Amerika’da da öyle; Angelina Jolie artık BM temsilcisi tarzında takılıyor, oradaki white trash kadın açığını da Kim Kardashian ve kardeşleri gideriyor.
Söyleşinin tamamını okumak için tıklaynız…