Bir buçuk asır önce Osmanlı ahalisi ‘gazete’ deyince dönemin Resmi Gazete’si Takvim-i Vekai’yi ve bir İngiliz tarafından çıkarılan Ceride-i Havadis’i biliyordu sadece ve halk bu mevkutelerle alakalı değildi. Ta ki 1860’ta Tercüman-ı Ahval çıkana kadar.
Avni Özgürel, Radikal gazetesindeki ‘Gazetecilik Agâh Efendi’yle başladı’ başlıklı köşe yazısında (22.03.09), Osmanlı'da gazetecilik tarihinin başlangıcını ve Agâh Efendi’yi anlatıyor. Özgürel’in yazısı şöyle:
“Bir buçuk asır önce Osmanlı ahalisi ‘gazete’ deyince dönemin Resmi Gazete’si Takvim-i Vekai’yi ve bir İngiliz tarafından çıkarılan Ceride-i Havadis’i biliyordu sadece ve halk bu mevkutelerle alakalı değildi. Ta ki 1860’ta Tercüman-ı Ahval çıkana kadar.
1832’de İstanbul’da doğan, ilköğrenimini tamamladıktan sonra Mekteb-i Tıbbiye’ye giden ve yedi senelik tıp eğitiminin ardından Fransızca’ya hâkimiyeti dolayısıyla Babıâli kaleminde görev alan Agâh Efendi 22 yaşında geçici elçi sıfatıyla Paris’e gönderilen Veliyüddin Paşa’nın maiyetinde Fransa’nın başkentine gitmişti. Gazete çıkarma kararını bu dönemde verdiğine hükmedilebilir. Zira onun İstanbul’a döndükten sonra matbaa kurmak ve çıkaracağı gazetede yazar olarak çalışmayı düşündüğü Şinasi’yle dostluğunu ilerletmek dışında bir şeyle uğraşmadığı biliniyor. Tercüman-ı Ahval’in Bahçekapı’da Hacı Bekir’in karşısına isabet eden handa nasıl hazırlandığını Ahmet Rasim Karagöz Gazetesi’ni çıkaran Fuad Bey’den dinlediği haliyle anlatır:
“El tezgâhında basılırdı. Çok sayıda mürettip (= dizgici) vardı. Görmeliydiniz, bunlar devlet matbaasından, sair yerlerden alınmış, cami imamı, ulemadan zatlardı. En genci altmışlık!. Kasaların önünde birer kürsü, onların üzerinde birer minder, iki tarafta yastıklar.. Bunların arasında otururlar ayakta durmazlardı. Konuşmazlardı. Arada ‘Hasan Efendi bir Mim başı ver’ diye bir ses çıkar, öteden biri atardı istenen harfi. Gazete basıldı mı, altta dükkânı bulunan tömbekici Hasan bunları alır dükkânında satardı. O zamanlar dağıtıcı kişiler de yoktu. ‘ Gazete’ diye bağırmak olmazdı. Hasan bile gizli gizli satardı aslında...”
Bu denli güç şartlarda hazırlanan ve mazbatası olduğu halde uluorta satılamayan gazetede kimler yazıyordu derseniz Şinasi, Ahmet Vefik Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa yazıyorlardı Tercüman-ı Ahval’de ama gazetenin esas yazarı Agâh Efendi’ydi...
Tercüman-ı Ahval yayına başladıktan bir sene sonra Agâh Efendi sarayın muvafakatiyle Posta Nazırlığı’na getirilmiş, pul kullanılması, posta kutusu uygulaması türünden bir dizi yenilikle Osmanlı haberleşme düzenini çağa uygun hale sokmuştu. Tercüman-ı Ahval’i onun yayımladığı biliniyor, zaman zaman rahatsızlık duyulsa da üzerine gelinmiyordu.
Zaman zaman rahatsızlık duyulsa da demekten kastım Tercüman-ı Ahval’in kuru haber veren bir gazete olmamasından. Sayfalarında yer verdiği haberlere yorum katmak onun başlattığı gelenekti... Keza polemiklere girmek, sistemin esasına dönük eleştiriler yapmak da... Nitekim eğitim politikasına ilişkin eleştirileri dolayısıyla yayın durdurma cezası alan ilk gazete oldu.
Başlangıçta haftada üç gün yayımlanıyordu Tercüman-ı Ahval. Tefrika halinde yayımladığı Şinasi’nin ‘Şair Evlenmesi’ adlı eseriyle hayli tiraj da almıştı. Yayın hayatına yeni atılan Tasvir-i Efkâr ve adını Ruzname-i Ceride-i Havadis olarak değiştirip kadrosuna yeni yazarlar katan İngiliz yayıncıyla rekabet edebilmek için Cuma dışında her gün yayımlanmaya başlandı Tercüman-ı Ahval. İlanın satır ücreti 3 kuruştan 1 kuruşa düştü, gazetenin satış fiyatı da 40 para yani 1 kuruşa indi.
Agâh Efendi’nin gizli cemiyetlerden, özellikle Yeni Osmanlılar hareketinden haberi vardı kuşkusuz. 1865’te Belgrad Ormanlarında düzenlenen bir kır yemeğinde vücud bulan Yeni Osmanlıların özgürlükçü düşünce ve demokrasi idealini o da paylaşıyordu. Ancak diğer arkadaşları kadar örgütün aktif elemanlarından biri değildi. Nitekim Namık Kemal ve Ziya Paşa Avrupa’ya giderlerken ona haber vermediler. Ama hükümet bu iki aydının kaçışının faturasını Agâh Efendi’ye kesti ve onu memuriyetten azletti.. Sonunda 1867 senesi mayıs ayının son günü Ali Suavi’yle birlikte o da Paris’e gitti... Ancak sıkıntılıydı... Yıldızının barışmadığı Ali ve Fuad paşalar ölünce Türkiye’ye döndü:
“Fransa, İngiltere ve Belçika’da türlü türlü hal ve mevkide seyahat ve ikametten sonra Ali ve Fuad paşaların vefat etmiş olduklarına ve nizam-ı idare-i devlet ve hali memleketin başka yed ve renge girmiş idüğüne mebni vaki olan nim irade-i padişahi üzerine İstanbul’a avdet eyledim.”
Gazeteciği bıraktı Agâh Efendi. İzmit Mutasarrıflığı’na verildi ilkin, Şurayı Devlet üyeliğine atandı. Gelen giden dostlarıyla yaptığı sohbetlere ilişkin jurnaller dolayısıyla bir süre Bursa ve Ankara’ya sürgün edildi; nihayet 1884’te affı şahaneyle Atina Elçiliği’ne atandı.. Ve ertesi yıl öldü...
Çerçeve
Grant’tan Obama’ya Türk-Amerikan ilişkileri
Yerel seçim gerginliğini üzerinden atmadan ABD Başkanı Barack Hussein Obama’yı ağırlayacak. Obama Türkiye’yi ziyaret eden beşinci, göreve başladıktan sonra en kısa sürede gelen başkan. Görevden ayrıldıktan sonra 1878’de İstanbul’a gelen Ulysses Grant’tan 1959’da Dwight Eisenhower’ın gelişine kadar Türk-ABD ilişkileri diplomatlar, dışişleri bakanlarının görüşmesi düzeyini geçmedi.
Tarihsel açıdan bakıldığında ilişkilerde General Ulysses Grant’ın başkanlık (1869-1877) yılları dönüm noktası sayılabilir. Başkanlığının ilk döneminde oğlunu İstanbul’a yollayan Grant’ın muhatabı Abdülaziz’di. Padişah, Amerikalı bir generalin refakatinde gelen genç Grant’a, başkanın Washington’daki ofisine serilmek üzere 400 kilolu ağırlığında dev bir Uşak halısı hediye etmişti. Başkan görev süresi dolduktan sonra, Şubat 1878’de kalabalık bir heyetle Türkiye’ye geldi. Kahire, Beyrut, Kudüs, Şam’dan sonra İzmir’e inen General Grant’ı, Vali Ahmet Hamdi Paşa ve ABD’nin İzmir Konsolosu Enoch J. Smithers karşılamışlar, 26 Şubat günü Ahmet Hamdi Paşa, General Grant, karısı Julia, oğlu Jesse, konsolosluk yetkilileri, New York Herald Gazetesi yazarı John Russell Young ve İzmir’de yaşayan çeşitli ülke temsilcilerine Efes’i gezdirmişti.
28 Şubat günü İzmir’den ayrılan USS Vandalia gemisiyle İzmir’den ayrılan eski başkan Osmanlı başkentine geldiğinde İstanbul büyük sıkıntı içindeydi. Rus Ordusu Yeşilköy’de karargâh kurmuş, Abdülhamid’in İngiltere Kraliçesi Viktorya aracılığıyla istediği barışın pazarlığını yapıyordu. Buna rağmen 2. Abdülhamid, şaşaalı bir törenle ağırladı misafirini. Ve 1 Mart günü Haliç’e demirleyen USS Vandalia’yı Harbiye Nazırı Mehmet Rauf Paşa’nın yaveri karşıladı. General Grant ve beraberindeki heyet özel bir sandalla Tophane’ye getirildi. Resmi karşılama komitesi burada bekliyor, heyetin başkanlığını Harbiye Nazırı Mehmet
Rauf Paşa yapıyordu.
3 Mart Pazar günü hava şartları bozuk olduğu için General Grant ve beraberindekiler plandıkları Boğaz gezisini gerçekleştiremedi. Ama eski başkan ve eşi Beyoğlu ve Kapalıçarşı’yı gezip bol bol alışveriş yaptılar. Aynı gün Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Abdülhamid 5 Mart’ta Grant’ı Yıldız’da kabul etti. İstanbul’daki ABD’li temsilcilerin de katıldığı toplantıda Abdülhamid, Grant’ı başkanlık dönemindeki çalışmalarından dolayı övdü ve kendisine özel yetiştirilmiş iki cins arap atı hediye etti. Bu atların ABD’ye resmi kayıtla giren ilk arap atları olduğunu ve Linden Tree adlı atın sonraki yıllarda arap atı yetiştiriciliğinin başlangıcını teşkil ettiğini kaydetmek lazım...”