T24 - Nobel Ödüllü yazar Orhan Pamuk, evliliğin Nobel Ödülü'nü almaktan daha önemli olduğunu söyledi. Pamuk, "Hayatta dönüm noktaları var; ilk kitabımın yayımlanması, evlenmek, falanca insanı tanımak, bunlar da önemli. Bence evlenmek Nobel’den önemli bir şey, ben hayata öyle bakıyorum. Ya da çocuk sahibi olmak 10 misli daha önemli. Evet Nobel edebi kariyerin bir parçası, güzel bir şey; o kadar ama" dedi.
Milliyet gazetesi yazarı Filiz Aygündüz'ün "Evlenmek Nobel'den önemli" başlığıyla yayımlanan (29 Ağustos 2010) yazısı şöyle:
Evlenmek Nobel'den önemli
‘Manzaradan Parçalar’da yaptığınız bir tür ‘hayat hakkında konuşmalar’...
Öyle diyebiliriz. Ve buna devam etmek istiyorum. Düz yazı yazmayı, hatırlamakla düşünmek arasındaki o sesi seviyorum. Kendi hayatımdan sevdiğim resim, edebiyat, İstanbul gibi konulardan hem hatıra şeklinde hem de düşünür gibi bahsetmek çok hoşuma gidiyor. Bu kitabın bir ucu İstanbul’a yakındır bir ucu da ‘Masumiyet Müzesi’ne, ‘Kara Kitap’a ya da özyaşam öyküsel kitaplarıma...
Kitabın dizini de çok ilginç. Sucuk ekmeğin tarihçesinden Freud’a, Habermas’tan sigara böreğine uzanan bir konu çeşitliliği var.
Yaşım ilerledikçe yaşadığım şeyler tarihi değer kazanmaya başladı. 1967’de Taksim Meydanı’nda sosisli ekmek yerken abim beni yakalamıştı. O yakalanmak, duygusal olarak önemli ama Türkiye’ye gelen ilk sosisli sandviçler ne zaman sokaklarda satılmaya başladı; asıl bu konuda düşünerek konuşmak daha önemli. Mesela babam Aygaz’ın genel müdürüydü. Bugün bildiğimiz, şimdi Almanya’ya da yayılmış olan dönerli sandviç Aygaz sayesinde oldu bir bakıma. Çünkü bir tane Aygaz alıp döner makinesini koydun mu, döner yapabilirdin.
Kişisel tarihinizle şehrin tarihinin kesiştiği noktalar bunlar...
Evet bu bana ilginç geliyor. Sokaktan döner aldım derken bu bağlantıları da düşünmek istiyorum. Türkiye’deki ilk kaşarlı tostları Teşvikiye Caddesi’ndeki Tikveşli mandırası yapmıştır. O bir bakkaldı. Kağıthane’de de mandırası vardı, kendi yoğurdunu kendi yapardı. Bugün bildiğimiz Tikveşli markası. İlk kaşarlı tostları da onlar yaptılar. İlk ortaya çıkışını gördüğünüz şey 50 yıl sonra yalnız bütün Türkiye’ye değil Almanya’ya da yayılmış olunca o zaman ben bunu anlatayım demek geliyor insanın içinden.
Yaşlandıkça yalnızlaşmak, yalnızlaştıkça ünlenmekten söz ediyorsunuz kitabınızda... Bu denklemden memnun musunuz?
Hayat böyle oldu. Benim için ideal hayat bir büyük cemaatin parçası olup, onlardan sıkıldığımda bir odaya kapanıp romanlarımı, gerekirse cemaatin insanlarını da, yazabilmem... Gençliğimde yalnız insanı takdir ederdim, cesur bulurdum, mutlaka değişik düşünceleri vardır derdim, ki doğrudur da; öte yandan hayat pratiği olarak, dostluklar, arkadaşlıklar, herkesin bir cemaati olması o insanın mutluluğuna yarıyor. Ama cemaatin içinde olmak için de orijinal düşüncelerinizden, sizi farklı kılan şeylerden vazgeçmenizi bir sanatçı olarak tavsiye etmem. Yazar bir cemaatin içinde olmalı ama cemaat gibi düşünmemeli. Gel de bunu başar!
“Nisan 2007’de 54 yaşımda, kendi hayatımın yarısını çoktan geçtiğimi biliyorum. Ama 32 yıllık yazarlık hayatımın da tam ortasında olduğuma inanıyorum” diyorsunuz. Ömrünüzün sonuna kadar yazacağınızı düşünürsek, 22 yaşında da yazıya başladığınızı, kabaca 86 yıllık bir ömür çıkıyor ortaya... En parlak romancı bile 80’inden sonra bir şey yazamıyor. Verdiğim rakamlar biraz iyimser...
Diyelim ki 32 yıl daha yazacaksınız... Malzeme nasılsa gelir mi?
Gelir değil var! 30 yılı dolduracak kadar projem var.
Neler bunlar?
“İstanbul” kitabı hatıralarımın birinci cildi. Şimdiden tamamını dört cilt olarak düşünebiliyorum. Yedi tane yazmak istediğim, durmadan notlar aldığım roman var. Etti 11 kitap. Arada makale yazmaya da devam etmek isterim; “Öteki Renkler” gibi bir kitap: 12. Başka küçük kitaplar da var. Mesela bir ay sonra Harvard Üniversitesi’nde roman sanatı üzerine verdiğim ders notları İngilizce olarak Harvard Üniversitesi Yayınları’ndan çıkacak. 200 sayfa kadar. Masumiyet Müzesi’nin kataloğunu da yaratıcı bir kitap olarak düşünüyorum.
“Uykuya yatmış bir FB’liyim!”
Spiegel’le yaptığınız futbol konuşması çok eğlenceli. Fenerbahçeliliğinizde durum nedir?
Futbola ilgim azaldı. En güzel göstergesi de, Dünya Kupası Finali’nin yarısında televizyonu kapatıp uyudum. FB’li oluşum için de durum aynı; uykuya yatmış bir FB’liyim. O yüzden çok fazla FB lafı edemeyeceğim.
Şehirlerle ilişkinizi anlatırken diyorsunuz ki “New York gibi yerlerin ışıltısına kaptırırsam kendimi evden fazla uzaklaştığım için korkuyorum.” Bana evi tanımlar mısınız?
Ev Türkiye’dir, İstanbul’dur benim için, bu kadar basit. New York’ta işim var, bir sömestir ders veriyorum, bu kadarı güzel. Ama daha fazla uzaklaşmak istemem Türkiye’den. Sebebi, ne olup bittiğini burada anladığımı zannediyorum. En iyi burayı biliyorum. Bir yazarın en iyi bildiği şeyi anlatmasından doğal bir şey olamaz. Ev içinizde kendinizi evde hissettiğiniz yerdir. Burada evde hissediyorum... Bu arada ev ille de kendini huzurlu hissettiğin yer değildir. Ev bildiğin, tanıdığın, vazgeçemediğin yerdir. Vazgeçemediğin için bazen kendine kızdığın yerdir.
Hayatı ayırıyor musunuz Nobel’den önce ve sonra diye; yoksa bir düz çizgi olarak mı gitti?
Hayır, zikzaklı bir çizgi. Ama Nobel’i hayatımı ‘önce’ ve ‘sonra’ diye ikiye ayıran bir nokta olarak görmüyorum. Hayatta dönüm noktaları var; ilk kitabımın yayımlanması, evlenmek, falanca insanı tanımak, bunlar da önemli. Bence evlenmek Nobel’den önemli bir şey, ben hayata öyle bakıyorum. Ya da çocuk sahibi olmak 10 misli daha önemli. Evet Nobel edebi kariyerin bir parçası, güzel bir şey; o kadar ama.
“Okurun karşısına mayolu çıkmak istemezdim”
Kitap bağımlılığından aşk gibi korktuğunuzu söylüyorsunuz. Korktuğunuz başınıza geldi, aşık oldunuz... Kiran Desai desem?
Bu konulara girmemeye kararlıyız. Hayatımızdan ve birbirimizle birlikte olmaktan memnunuz. Ama bunu şekerli bir şekilde anlatmak da istemiyoruz. Ailenin ortak kararı bu.
Tamam şekerli anlatmayın ama hayatınızın bu döneminde yeniden aşık olmak, üstelik başarılı bir yazara aşık olmak nasıl bir duygu?
Kiran’la birlikte olduğum için kendimi çok talihli hissediyorum. O bir yazar, çok akıllı, çok duyarlı. Ne okuduğunu, nasıl düşündüğünü biliyorum; dünyaya onun gözünden de bakıyorum. Bunlar beni derinleştiren, zenginleştiren şeyler. Kendimi, yalnız Türkiye’de değil, dünyanın herhangi bir yerindeyken de ‘evde’ hissettiriyor. Dünyada neler olup bittiğinin, her şeyin farkında, çok zeki. Bir de çok güzel.
Plajda çekilmiş fotoğraflarınızın basında çıkması sizi rahatsız etti mi?
Etti tabii. Ben o bakımdan muhafazakârmışım, fotoğrafları görünce keşfettim. Ben Türk okurunun karşısına, aslında hiç kimsenin karşısına mayolu çıkmak istemezdim. Ama yine de çok şikayetim yok, yazılar iyiniyetliydi.
“Referanduma oyum ‘evet’ olurdu”
12 Eylül referandu-munda oyunuz ne olacak?
Burada olsaydım oyumu evet olarak verirdim. Ama bunu yumuşak bir sesle söylemek isterdim. Hayır oyu verenleri de anlamaya çalışarak... Ayrıca ‘hayır’ diyenlerin aslında bu Anayasa’yla gelen değişiklikleri olumlu bulduğundan yüzde 70 eminim. Ama onlar, bunu ‘hükümete hayır’ haline getirmek istiyorlar. Bunu yanlış buluyorum. Türkiye’de daha çok referandum yapılmasını istiyorum. Halka daha çok fikrinin sorulmasını istiyorum. Ama halkın fikrini her soruşta, bu hükümete referandum haline gelirse, iktidarda hangi parti varsa, kendi işlerine gelecek, kendilerine evet çıkacağına emin oldukları konularda referanduma giderler. Ve en sonunda referandumlar, ancak Anayasa değişikliğindeki eksik oyu giderme referandumu olur. Bunun böyle olmamasını isterdim. Konunun kendisi hükümete evet mi hayır mı konusu değil. Ayrıca referandumdan hayır çıkması, seçimde de hayır çıkması ihtimalini artırmıyor.
Sizin ‘evet’inizde 12 Eylül Anayasası’nın değişmesi isteği mi ağır basıyor?
12 Eylül kısmı da bence fazla önemli değil. Ama o hale de geldi. Tamam o zaman siyasi kısmını da görelim. En sonunda 12 Eylül’e karşı bir havası da var ‘evet’ oyunun; eee olsun. Halk Partisi’nin başındaki insan da 12 Eylül’den memnun olmadığını açıklıyor. Ama açıkçası bu referandumu Türkiye tarihinde büyük bir dönüm noktası olarak da görmüyorum.