Maçka’daki evinin bulunduğu sokakta 38 yıl önce bugün karanlık bir suikasta kurban giden Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü ve Başyazarı Abdi İpekçi, Zincirlikuyu'daki mezarı başında anıldı. Anma törenine Abdi İpekçi'nin kızı Nükhet İpekçi, bir konuşma yaptı. İpekçi, “Kökeni işaret edip, düşman haline getirtip, kolayca cinayetler işletenlerin ellerindeki ipler, hep sağlam kalıyor. Kimlerin kimleri, neden kullandığı hep açıklamasız kalıyor. Dava süreçlerinde, hepimize oynanan oyunlar ise on yıllardır asla ortaya çıkarılmıyor, resmen açıklanmıyor” dedi.
Nükhet İpekçi’nin, babasının mezarı başında yaptığı konuşma şöyle:
En ağır kayıplı yılda, bütün canları alınanları, saygıyla anıyorum. Ailelerine kuvvetler diliyorum. Düşmanlaştırılmış bir insan eliyle, kendilerinden kopartılan, o en sevdikleri kişiyi, on yirmi otuz kırk yıl sonra da hiç tükenmeyecek bir acıyla anacaklar. Biliyorum.
O kırk yıl sonraki zamanlarda, kim bilir, hangi ‘evet’, hangi ‘hayır’ tartışılıyor olacak. Ama kayıplar, hep kayıp halleriyle kalacak. Bunu çok iyi biliyorum.
“En kararlı, en tutkulu, en taraftar, en muhalif yanlarımızı, sadece yaşatabilmek için kullanalım” diyebileceğimiz zamanlar olacak mı? Hiç bilmiyorum. Yoksa birbirimizi hep, ya “yandaş” ya da “hain” diye işaretlemeye mahkûm ederek mi yaşayacağız?
Bu yıl, bir de “Mesihlik” çıktı karşımıza. Tanıdık bir kelimeydi. Abdi İpekçi’nin canını alan suikastçı da, ara sıra, kendini, Mesih olarak tanımlamıştı. İlk sorgusunda da Abdi İpekçi’yi, kökeni yüzünden öldürdüğünü söylemişti. Bilenler hatırlar.
Bugün, o suikastın yıl dönümü. Artık çok eski bir suikast. Kökeni öne sürerek düşmanlaştırma suikastlarıysa, yıllardır, hiç dinmiyor. Bu açıdan bakıldığında çok yeni, taptaze bir suikast. Hiç eskiyemiyor. Abdi İpekçi, bir anlamda, bugün de aynı hedefte. Aynı ayrıştırıcı söyleme maruz bırakılıyor.
Bu söylemi çoğaltanlar arasında gazeteciler de var. Hatta bu yıldan itibaren Amerikan diplomalı bir “bilim adamı” bile oldu. Onlar, kendi yollarında, birbirlerinin yanlışlarından alıntılar yapa yapa ilerliyorlar.
Devredilmemiş, benimsenmemiş, içselleştirilmemiş ve böylece kim bilir kaç kuşaktır zamanını tamamlayıp erimiş, bitip tükenmiş bir şeyi, içinde barındırmadığı için sergileyecek yanı, söyleyecek sözü olmayanlara da “suskunlar” diyorlar.
Henüz doğmamış bebekleri bile soy sop isimleriyle işaretlemiş oluyorlar.
Kökeni işaret edip, düşman haline getirtip, kolayca cinayetler işletenlerin ellerindeki ipler, hep sağlam kalıyor. Kimlerin kimleri, neden kullandığı hep açıklamasız kalıyor. Dava süreçlerinde, hepimize oynanan oyunlar ise on yıllardır asla ortaya çıkarılmıyor, resmen açıklanmıyor. Bu kadar yıl geçtikçe, katmanlar artıyor, kalınlaşıyor, ağırlaşıyor. Hatta ağartılıyor.
Ve otuz sekiz yıl sonra, bugün hâlâ, bağımsız yargı, toplumsal barış, gerçek demokrasi, sağlam devlet adına, Abdi İpekçi’nin can hakkı hakikatinin resmi bir ifadesi, resmi bir kaydı gerekiyor. Tanıdığım, bildiğim Abdi İpekçi’nin ise bu kadar fazla çarpıtma ve yanlış ve yalan ve iftiradan sonra, talan edilmiş hayat hakikatinin bir an önce iade edilmesi gerekiyor.