Gündem

Newroz ateşimiz harlı olsun

90’lardan itibaren yüzlerce kişinin ölümü, binlercesinin tutuklanmasıyla sonuçlanan Newroz kutlamaları tarihi devletimizin düşmanca inadının kanıtı olarak okunabilir

18 Mart 2012 17:28

YILDIRIM TÜRKER

(12 Mart 2012, Radikal)

 

Maksat ‘Kürt anasını görmesin’ mantığı bir kez daha iş başında.


İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in temsil ettiği zinde demokrasi güçleri bu yıl Newroz kutlamalarına ancak 21 Mart günü izin verileceğini valilere gizli bir genelgeyle bildirdi. Şahin’in gerekçe olarak gösterdiğini sökebilecek bir şifre uzmanı varsa beri gelsin. Amaç, 21 Mart’ın istismarını önlemekmiş, sözgelimi.
Önce İstanbul sonra Diyarbakır valileri bir açıklama yaparak bugün yapılacak şenliklere izin vermeyeceklerini bildirdiler.
 

Bugün, yurdun her bir köşesinde Kürtler ile güvenlik güçleri arasında bir gerilim olacağa benziyor.
Oysa geçen yıl da hafta sonuna denk gelmediği için Newroz kutlamaları her ilde farklı günlerde yapılmıştı.
Selahattin Demirtaş, son 12 yılda Newroz kutlamalarının 17-21 Mart arasında yapıldığını hatırlatarak soruyor: “Bu yıl değişen nedir ki? Eğer AKP 21’inde kutlanmasını istiyorsa 21 Mart’ı resmi tatil yapalım.” Kışanak da birkaç gün evvel, “Daha önümüzde üç gün var. Newroz’u resmi tatil, bayram ilan eden yasayı çıkaralım. 21’inde Newroz bayramını hep beraber kutlayalım” çağrısında bulunmuştu.
 

Ama 90’lardan itibaren yüzlerce kişinin ölümü, binlercesinin tutuklanmasıyla sonuçlanan Newroz kutlamaları tarihi, bu konuda devletimizin düşmanca inadının kanıtı olarak okunabilir.
 

Geçen yıl genel olarak barış içinde, üstelik 21 Mart öncesi kutlanan Newroz, bu yıl hükümet tarafından yine bir meydan okuma, had bildirme fırsatı olarak değerlendiriliyor.
 

Maksat, Kürtler kitlesel olarak bir araya gelip dayanışmalarını kutlamasınlar.
 

Hatırlatalım: Daha önceki yıllarda özellikle Diyarbakır Valiliği hafta içi yapılan Newroz kutlamaları için okullar, resmi daireler ve belediyelere gönderdiği yazıda, 21 Mart günü mesaiye gelmeyen veya rapor alan personelin isimlerinin bildirilmesini istemişti.
 

Kısacası Newroz hafta içine denk gelsin, insanlar da işlerinin başında olsun istiyor İdris Naim Şahin kafası.
Bu kafanın son on yılda, devrim hükümetinin açılımları sonucu nereden nereye geldiğini görmek için kan kışkırtmasa kahkahalarla güleceğimiz bir dökümünü yapmak mümkün.
 

Benim tam on yıl önce, 2002 yılının Newroz sonrası yazmış olduğum bir yazıyı meraklısına hatırlatmak yerinde olur kanısındayım: 

 

Devletin türküleri 
 

Devletin sakar mı sakar bir gayretkeşlikle halkın hayatının fon müziğine kulak kabartması, kasık çatlatacak sonuçlar doğuruyor. Bir yandan Kürtçenin RTÜK tarafından bir kez daha ‘mahalli dil’ olarak tanımlanması, Kürtçe eğitim hakkı dilekçesi verenlerin sürüm sürüm süründürülmesi ve bilumum inkârı cebirle kafamıza kakma temrinleri sürdürülürken öte yandan yücegönüllülük provalarından kaçınılmıyor. Newroz’un ateşini terbiye edip devlet erkânı önünde cereyan eden ve sıkıntıdan kan kurutan Nevruz tercümeli kutlamalar da bu kaba saba kurnazlığın bir örneği elbet. Bu arada geleneğinde şefkat olmayan devletin halkıyla kucaklaşma gayreti, nice kemik çatırtılarına yol açıyor. Bitlis İl Jandarma Komutanlığı Gazinosu’nda asker orkestrasının seslendirdiği Kürtçe türkü; Yüksekova’da polis otosunun hoparlöründen yükselen Kürtçe türküler ve devletin geri almak zorunda kaldığı devlet sanatçısı unvanları ve beraberinde getirdiği tartışmalar, devletin içkiyi fazla kaçırmış bir gönül adamı olarak portresini çiziveriyor. 

 

Son pişmanlık neye yarar? 
 

Bitlis’teki o meşum gece, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği yöneticilerinin ağırlandığı Askeri Gazino’da vali ve albayın huzurunda Kürtçe ‘Kibar Zeyno’ türküsünü söyleyen askerler, büyük ihtimalle ülkenin gündemini belirleyeceklerini akıllarına bile getirmediler. Protokol masası dahil salondaki herkesin coşkuyla alkışlayarak tempo tuttuğu türkü, kendisine büyük gazetelerin manşetinde yer buldu. Kravatlı, muteber taifesinin halay çektiği ‘gözlemlendi’. Danimarka Başbakanı’nın “Kürtçe meselesini aşarsanız, müzakere başlama tarihini alırsınız” diye sıkıştırdığı Ecevit, geciktiği halayın bir ucuna takılıverip kışlada Kürtçe türkü okunduğunu, bunun ne yüce bir hoşgörü örneği olduğunu hoplatıverdi. Oysa tam o sırada İçişleri Bakanlığı bir basın açıklaması yaparak haberi yalanlıyor, vali ve alay komutanının önünde, erlerden kurulan orkestranın seslendirdiği ‘potpuri’ içindeki o şaibeli bölümün özbeöz Azerice olduğunu açıklıyordu. Bu kadarla kalmadı. Vali Uğur Boran da bir demeç vererek, “Yemekte kesinlikle Kürtçe türkü okunmadı. Bu haber bizi çok üzdü” dedi. Aynı zamanda bütün gecenin video kasete alındığını, kasetin de jandarmada incelemeye alındığını belirtti. Jandarma Genel Komutanlığı geri kalır mı, Kürtçe türkü söylenmediği gibi halay da çekilmedi açıklamasını patlatıverdi. Ezcümle, devletin bütün kurumları Başbakan’ı yalancı çıkarmak pahasına sicillerini ‘mahalli bir dil’in salyasından korudular. Bu konuda kopan fırtına kimilerinin aklına Fellini’nin Amarcord’unda gözü dönmüş bir heyecanla Enternasyonal’i çalan hoparlörü kurşuna dizen askerleri getirdi. Ne gam. 

 

Polis çalar, halk oynar 
 

Bu milli sarsıntının üstünden daha birkaç gün geçmemişti ki Hakkâri’nin bednam Yüksekova’sından yükselen Kürtçe türküler kulaklarımızda patladı. Polis Günü kutlamalarında bir polis otosunun hoparlöründen yayımlanan Kürtçe türküler eşliğinde halk, polislerle kol kola halay çekmişti.
O gün her şey klasik sıralamayı izledi. Önce emniyetin düzenlediği resmi tören yapıldı. İstiklal Marşı çalındı. Atatürk büstüne çelenk konuldu. Ardından polis araçları ilçe merkezinde tura çıktı. Ne olduysa oldu, kutlamalar şenliğe dönüştü. Emniyet Müdürü Ali Sinop, olayın sonraki aşamalarını anlatıyor. Bir vatandaş kaset getirip polisten Kürtçe çalmasını ister. Sinop da onu kıramaz. Hoparlörlerden yükselen Kürtçe türküleri duyan vatandaşta can kalmaz. Coşku seller gibi taşar. Kendini tutamayan polislerin de katılımıyla hop, yine kol kola halay düzenine geçilir. Kanlı çetelerin Yüksekova’sından alın size bir hoşgörü ve yücegönüllülük nişanesi daha.
 

Bu kez, İçişleri Bakanı Yücelen, Sinop’a destek verir. Hem de ne dille: “Kürtçe türkü söylemek, kaset çıkarmak suç mu? Emniyet müdürümüz doğrusunu yapmıştır. Halkla polisin kaynaşmasının güzel bir örneğini sergilemiştir.” Ama beyefendinin demecini okuyanların gözünden kaçmayan bir ayrıntı inceden mide bulandırmaktadır: “Hakkâri İl Emniyet Müdürlüğümüzden bir ekip gidip orada o gün olanlarla ilgili durum tespitinde bulunacak. Tabii ki polis aracından müzik yayını yapmanın disiplin suçu olup olmadığını inceleyecekler. Bu önemli değil. Sadece bir istismar, bölücülük var mıdır, yok mudur, buna tabii ki bakacaklar.” Sonuçta, Sinop hakkında soruşturma açılıyor. Böylelikle basına yansıdığı biçimiyle bir devrim girişimi bastırılmış oluyor. Devlet, halkının en doğal haklarını hoşgörüyle veriyor, sapıyla göz çıkarıyor. 

 

Hoşgör sen 
 

Basının da dolduruşa getirmesiyle bu tür eylemlerin delikanlı devletin halkını kıllı göğsünde yatıştırması olarak görülüp gösterilmesinin ardında hayatımızın en büyük açmazı suratımıza sırıtıyor. Hak ve özgürlüklerin iyi polisle kötü polisin arasında tartıldığı bir dünya tahayyülü dışında soluk alanı kalmıyor. Bu kuytuda hepimiz türkülerin, bir dilin, bir kültürün tehlikeli olduğuna inanıyor; çıkışı iyi polisin, iyi askerin, iyi devletlinin iki dudağı arasında görüyoruz. Bir halkın anadilinin, türkülerinin hoşgörülesi bir kusur olduğuna için için inanır hale getiriliyoruz. Bu artık güldürmeyen mizah öyküleriyle otoritenin yasaklar silsilesinde bir gedik açıldığını vehmederek baskıyı meşrulaştırıyoruz. Oysa, ne kadar inkâr edilse de çok iyi biliyoruz: Devletle halaya kalkanın omzu çıkar.