Hürriyet yazarı Murat Yetkin, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içindeki cunta yapılanması tarafından düzenlenen darbe girişimi sonrası açılan "Doğan Medya Center'ı işgal davası" ile ilgili olarak "İnsan hayatında kaç defa darbecisiyle göz göze gelebilir? Ben dün geldim. Onu hayatımda ikinci defa dün gördüm. İlk görüşüm bundan bir yıl, bir gün önce, 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece olmuştu" dedi.
Murat Yetkin'in "Darbecinle göz göze" başlığıyla yayımlanan (18 Temmuz 2017) yazısı şöyle:
İnsan hayatında kaç defa darbecisiyle göz göze gelebilir? Ben dün geldim.
Onu hayatımda ikinci defa dün gördüm. İlk görüşüm bundan bir yıl, bir gün önce, 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece olmuştu.
Darbe kalkışmasının başlamış, halk sokağa dökülmüş, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan CNN Türk aracılığıyla halka hitap etmiş, hatta İstanbul’a inmişti.
Gün 16 Temmuz’a dönmüştü, saat 03.00 sıralarıydı. Biz işimizin başındaydık. Düzgün habercilik yapmanın demokrasiye sahip çıkmanın parçası olduğuna inanarak işimize sahip çıkıyorduk.
Helikopterle geldiler, otoparkımıza indiler. Bir kısmı CNN ve Kanal-D nin bulunduğu Doğan Medya Bağcılar yerleşkesindeki TV-radyo binasına girdi, bir kısmı da Hürriyet, Hürriyet Daily News, internet yayınları ve Doğan Haber Ajansının bulunduğu, bizim “gazete binası” dediğimiz binaya.
Yüzbaşı Süleyman Ahmet Kaya’yı işte ilk olarak o sırada gördüm. Bizi basan timin başındaydı. Ben de binadaki en kıdemli editör olarak diğer arkadaşlarımızla birlikte (Sefer Levent, Deniz Zeyrek, Ateş Yalazan en önde duranlardandı)onun karşısındaydım.
Önce askerlerine G-3 otomatik tüfeklerini namlusunu indirme emri vermesine ikna etmeye çalıştım. Biz silahsızdık. Erler ne olduğunun farkında bile görünmüyordu ve birinin eli tetiğe gitse felaket yaşanabilirdi. Birkaç cümle sonra o talimatı verdi. O ilk kırılma anı oldu.
Birkaç defa üsteledik. Aldığını söylediği emirler sahteydi. Cumhurbaşkanı, Başbakan, generaller televizyonlarda konuşmuş, darbe girişiminin hedefine ulaşmadığı belli olmuştu. “Kendini yakıyorsun, mesleğini yakıyorsun, vaz geç” diye birkaç defa üstelediğimi hatırlıyorum.
Uzatmayalım, olmadı, bizi silah zoruyla dışarı çıkardılar. Polisle çatışıp yaralanarak en son teslim olan Yüzbaşı Kaya olmuştu.
O tarihten bu yana onu ikinci görüşüm dün İstanbul Çağlayan’da 27’inci Ağır Ceza Mahkemesinde yapılan ilk duruşma sırasında oldu.
Mahkeme Başkanı Abdurrahman Orkun Dağ’ın okuduğu iddianame özetinde Kaya ve kendisi gibi yüzbaşı rütbesindeki iki baskıncı arkadaşı, Erdal Şeker ve Mehmet Akif Aslan aleyhinde terör örgütü üyeliği, hürriyeti kısıtlama, silahlı tehdit ve hükümeti zor yoluyla devirmeye, yani darbeye kalkışmak suçlamalarıyla üçer kez ömür boyu hapis cezası isteniyordu. Başsavcı Vekili İsmail Uçar tarafından hazırlanan iddianamede baskına katılan iki astsubay ve 14 er ve erbaş tutuksuz yargılansa da haklarında benzeri ağır cezalar talep ediliyordu.
Kaya hakkında diğerlerine ek olarak bir de polisle girdiği çatışmada, Doğan Medya yerleşkesi çitlerinin hemen dışındaki protestocu Vedat Barçeğci’nin ölümüne neden olmak suçlaması vardı.
Tutuklu sanıkların ifadeleri alınamadı, çünkü iddianamenin kendilerine ulaşmadığını söylediler. Oysa Silivri cezaevinde teslim tutanakları vardı. Bir savunma avukatının başka davalarda da benzeri durumlar olduğunu söylemesi üzerine, Hakim Dağ, bunun mahkemenin çalışmasını ve savunma hakkını engelleyici bir eylem olduğunu söyleyerek Silivri Cezaevi yönetimi hakkında soruşturma kararı verdi.
Bu soruşturma sonucu Cezaevi yönetiminin mi sanıklara iddianameleri teslim etmeyip gecikmeye neden olduğu, yoksa sanıkların zaman kazanmak için mi bu yola başvurduğu ortaya çıkacak.
O gecenin hem tanıkları, hem de mağdur-şikayetçileri olarak Erdoğan Aktaş ve Süleyman Sarılar ile birlikte (onlar da bizim Hürriyet’te yaşadığımızı CNN Türk ve Kanal-D’de yaşamış, darbe baskıncılarına direnmişlerdi.
Şimdi hesap zamanıydı ve ilk duruşmada oradaydık.
Şikayetçi sıralarında duruşmanın başlamasını beklerken –artık ordudan çıkarıldığı için eski- Yüzbaşı Kaya sağına döndü, sanki sesimin geldiği yönü aradı.
Ben de o sırada jandarmalar arasında tutuklu oturan bu üç eski subaya bakıyordum.
Göz göze geldik. İnsanın hayatında kaç defa başına gelir; darbecimle göz gözeydim, bir iki saniye durduk.
Biraz mahcup, biraz kaderci bir gülümsemeyle başıyla selam verdi.
Gülümsemeden selamına başımla karşılık verdim.
Sonra düşündüm. Bundan bir yıl bir gün önce “Yakma kendini, bırak” telkininde bulunduğum kişi, kendisini gerçekten yakmıştı.
Üstelik ülkeyi de yakacak bir dava uğruna yakmıştı.
Arka sıralarda, katledilen Vedat Barçeğci’nin adalet arayan yakınları ile darbeci askerlerin yakınları yan yana kederli yüzlerle oturuyorlardı. Tanık olduğumuz bir değil kim bilir kaç trajedinin kesişme noktasıydı.
İnsan bırakın yüzbaşı rütbesindekileri, koca generallerin Fethullah Gülen’in siyasi komiserleri gibi kullandığı, kimi ilahiyatçı, kimi esnaf “imamlardan”, “abilerden” emir aldıklarına, bu emirlerle memleketi ateşe attıklarına inanmak istemiyor, ama bugünlerde karşı karşıya kaldığımız acı gerçek bu.
Türkiye belki darbeyi atlattı ama hala dar bir boğazdan geçiyor, gerçekten dar bir boğazdan.