T24- Sunucu Çağla Şikel, çiçeği burnunda bir anne... Eşine, oğluna aşık olduğu kadar işine de aşık bir anne...
Şikel, işini ve özel hayatını Hürriyet Gazetesi'nden Melike Karakartal'a anlattı...
Karakartal'ın bugünkü( 01 Şubat 2010)haberi şöyle:
“Pazartesi Sendromu”nun bu haftaki konuğu yeni anne Çağla Şikel.
Pazartesi Sendromu
“Çok şanslıyım” diyor, Çağla, saymadım kaç kez. Eh, haklı, ne desin başka, dünya güzeli bir bebek, aşk dolu bir evlilik, çok severek yapılan bir iş... Kuzey’i hayatının merkezine alarak bir dünya kurmuş kendine. Hatta o kadar Kuzey’in etrafında dönüyor ki dünya, bu röportajı yapmak için on dakika yirmi beş saniyemiz, fotoğrafları çekmek içinse yedi buçuk dakikamız vardı. Tamam, sayılar bu kadar net olmayabilir ama benim elimi ayağıma dolaştıracak kadar zaman sıkıntısı yaşadık. Şöyle efendim, aslında evde buluşacaktık, plan buydu. Hatta bebeğinin fotoğrafını çektirmemek konusunda kesin kararlı olan Çağla’ya en sevimli, en tatlı yüzümü gösterecek, onu bebeği ile birlikte fotoğraflamaya ikna edecektim. Habitus’a can mı dayanır arkadaş. Fakat Çağla röportaj günü (ki ertesi gün gazete basılacaktı) son dakikada “doktora gideceğiz” diye randevumuzu iptal etmesin mi. Sıkıntıdan saçlarımı yoldum. İnmeler indi, yüzümde sivilceler çıktı vallahi. Ne yapayım, ben de eğer iptal ederse Alişan’ı rehin alacağımı söyleyerek tehdit ettim. Tatlı dilim içime kaçtı, bir anda canavarlaştım. Yeşil dev Habitus. Hâl böyle olunca Çağla program sonrası stüdyoda bana yarım saat ayırabileceğini söyledi. Evet, röportajı kuliste iki arada bir derede yaptık, ömrümden ömür gitti ama olsun.
Nihayet soluklanma fırsat bulduğumuzda elindeki telefonun ekranında tatlı tatlı sırıtan Kuzey’i gördüm. Çağla’nın onu göz önüne çıkarmamasını anlamak gayet mümkün aslında, küçük bir porselen bebek gibi. Tü tü tü Maşallah diyor, ilk sorumu soruyorum...
Bebek kime benziyor Çağla?
Aslında daha çok Emre’ye benziyor. Bu yaşlarda tam oturmuyor yüzü tabii ama şimdiki haline bakınca kaşı, dudakları, yüzünün şekli, burnu aynı Emre. Bir tek gözleri bana benziyor...
Birçok anne genellikle işlerine geri döndüklerinde “Ne işim var benim burada, evde bebeğim beklerken...” duygusuna kapılır, sende hiç olmuyor mu bu? Her gün programın var...
İnan hiç öyle demiyorum. Daha doğrusu “burada ne işim var” demiyorum ama tamamen aklım Kuzey’de oluyor tabii. Hemen eve gideyim, onunla ilgileneyim, doyurayım, emzireyim istiyorum. Öte yandan çalışmaya devam ediyorum çünkü Kuzey’i sağlıklı büyütebilmem için benim de mutlu ve sağlıklı bir anne olmam lazım... Çalışmak bana çok iyi geliyor.
Aslında çok çok zor geliyor, hiçbir zaman tam olarak uykumu aldığımı söyleyemem. 20.00’de yatıyorum ama Kuzey biraz obur bir çocuk çıktı, iki saatte bir emzirilmek istiyor. Doktorla konuşup bu konuyu bir planlamak gerekecek... Şöyle üç saatte uyandırsa beni, fena olmaz... Bir de canlı yayın çok zor biliyorsun. Allah’a şükür artık 2,5 saat yapıyoruz yayını, eskiden 3,5 saate yakındı. şimdi biraz daha rahatız. Zorlukları bir yana, dediğim gibi, kendimi sağlıklı ve mutlu bir insan olarak hissetmem için bu canlı yayının heyecanına ihtiyacım var, bu adrenalini hissetmem lazım. Çok iyi geliyor bana.
Kuzey’i hayatının merkezine almışsın ama dış dünyaya karşı kendini kapatmamışsın. Kimileri bebek olunca her şeyi unuturlar ya, sen bunu yapmıyorsun, nasıl bir motivasyon var sence altında?
Bu yaşadığım durum benim için sadece işle bağlantılı değil. Ailemden aldığım enerji, Emre’ye hissettiğim duygular, Kuzey’in bize yaşattıkları, işim... Bunların hepsi bir bütün gibi geliyor duygusal anlamda. Takdir edilmek, yükseldiğini görmek, alkış almak, duyduklarım beni çok mutlu ediyor. Buna her zaman ihtiyacım var ama bunlar bir gün olmazsa da bu demek değil ki dibe çökeceğim, enerjimi yitireceğim...
Onaylanma ihtiyacı mı bu?
Birilerinden takdir görmeye ihtiyaç duymuyorum ama bugüne kadar yaptığım işlerde hep çok güzel yorumlar aldım, bu bana “Demek ki doğru işler yapmışım” mesajı veriyor, o yüzden de enerjim yükseliyor. Güzel iş yapmak ve takdir edilmek hayatımın bir parçası oldu bugüne kadar. Takdir edilmek, onaylanmak için bunları yapıyor değilim, yanlış anlaşılmak istemem, sadece doğru yolda olduğumu görüyorum, şanslıyım, sevdiğim işi yapıyorum...
Aşk kabarması anları yaşıyorum
Beş seneyi devirdiniz Emre’yle. Nasıl korunuyor aranızdaki aşk, bize de anlat...
Bunu koruyabilmemizin en büyük sebebi Emre Altuğ ve Çağla Şikel’i evin kapısında bırakıyor olmamız. Biz evde Çağla ve Emre’yiz. O eve girdiğimiz anda bambaşka tipler oluyoruz. Artık bir çocuk anne-babası, çalışmayı seven, ailesine bağlı bir çiftiz. Böyle evcimen bir hayata da çok yatkınmışız, bunu anladık. Ay aşkım geçer mi, heyecanım geçer mi diye de hiç düşünmüyoruz, o yüzden mutlu bir dönemimizdeyiz.
Nasıl, hiç korkmuyor musun sahi, sıkılmaktan?
Gerçekten hiç korkmuyorum. Tabii geçmişte sıkılmaktan, aşkımın bitmesinden korktuğum oldu ama Emre ile ilk defa korkmadım, korkmuyorum. “O” adamı bulunca böyle endişeler kalmıyor, gerçekten... Bir gün aşk biterse zaten geriye ona olan sevgin, hayranlığın kalıyor, birlikte yaşadığınız, paylaştığınız dostluk, arkadaşlık kalıyor... Ben bir evliliğin ömür boyu sürebilmesi için bu tip duygu ve durumların gerektiğine inanırım. Allah tabii başka büyük sıkıntı vermesin, aşk bitse bile bu duygular bizi terk etmeyecek, ona inanıyorum.
Henüz ilişkinizde “uzun ilişkilerde aşk evrilir ve başka hisler onun yerini alır” noktasına gelmediniz herhalde...
Hayır, kesinlikle! Bana sabah telefon açtığında birden durduk yere “Seni çok seviyorum” diyorum mesela. Aşk kabarması anları işte, durduk yere! Emre “Hayırdır” diyor, anlıyor sonra ruh halimi, o da benden farklı değil. İşte, böyle karşılıklı olunca bu durumlar, duygusal dünyanla ilgili hiçbir endişen kalmıyor. Tabii ilişkide çocuk olunca şöyle bir değişiklik ba gösteriyor: “Hadi yemeğe gidelim” diyoruz, gaza geliyoruz, sanıyoruz ki eski çocuksuz günlerimizdeki gibi hissedeceğiz ama çıktığımızda anlıyoruz ki aklımız Kuzey’de...
Kuzey uyuynca hayat bitiyor
İki numara ne zaman gelecek? Peki ya sonrası için ne planların var?
İkimiz de çok seviyoruz çocukları ve “iki çocuk yaparız” diyoruz. Kuzey 1-2 yaşına geldiğinde yaparız ikinciyi diye düşünüyoruz ama, şu anda değil... Akşamları yatağa başımı koyduğumda uyumam 3 saniye filan sürüyor, öyle bir yorgunluk halindeyim! Haber izliyorum mesela, sunucu sözüne başlıyor, sonunu getiremeden sızmış oluyorum. 19.30-20.00 gibi Kuzey uyuyor, ondan sonra hayat bitiyor...
Anneliğe kucağına aldığı anda alışanlardan mıydın yoksa şok yaşayanlardan mı?
Kuzey oyuncak gibi. Kendimi evcilik oynuyor gibi hissediyorum! Elbiseleri, yatağı, odası, banyosu, maması... Ben duygularımın bu kadar değişeceğini hiç tahmin edemezdim, zaten sana anne olmadan anneliğin nasıl olduğunu anlatamam...
Hah, ben de onu soracaktım, anlat Çağla, anlamak istiyorum!
Yok, anlayamazsın. Tarif edemem. Hayatım Kuzey’i emzirmeyi beklemekle geçiyor, öyle söyleyeyim ya da... Böyle güzel bir duygu olamaz. Henüz Kuzey etrafından, seslerden pek bir şey anlamıyor, tam “ilk”leri yaşama zamanındayız. “Agu” zamanı yani! Henüz konuşmaya değil, ses çıkarmaya çalışıyor, bazen başarıyor ve kendi sesinden korkuyor. Bir de sabah gülücükleri var, karnı doyduğu anda başlıyor gülmeye. Gözünün içine baka baka sanki sana gülermişçesine... Bunu ilk gördüğüm zaman iki gün üst üste hüngür hüngür ağladım. Böyle bir duygu patlaması yok yani... Ağlıyorum, bir yandan da bağırmak istiyorum. Dedim ya, tarif edilebilir bir şey değil.
Bir şeyi çok merak ediyorum Çağla. Sen esmer halinle dünyanın en güzel 4’üncü kızı seçildin. Neden boyattın saçlarını sarıya?
Fotoğraflarda ve ekranda çok renksiz ve karanlık görünüyordum siyah saçlıyken. Biraz baleyaj yaptırayım dedim, sonra kızıla doğru gitmeye başladı. Biraz daha mı açsak, ışık versek diye diye sarı olmuş buldum kendimi! Yani bilinçli şekilde “sarışın olmak” gibi bir çabam olmadı. Şuursuza yapılmış ve bugünlere gelinmiş! Ama siyahtan daha çok yakıştırıyorum kendime...
Sabah Alişan'ı görmek bana enerji veriyor
Kendini sabah programı dünyasına ait hissediyor musun?
Açık söyleyeyim, geçen sene çok zorlandım. Tabii konsept şimdiki gibi çok eğlenceli değildi, ağır konular işleniyordu. Ben de acayip duygusal bir insanım, her türlü elektriği çekerim. O negatiflikten çok etkilendim. Perişan oldum, gelenle ağlıyorum, gidenle ağlıyorum, herkese üzülüyorum... İlk bir ay boyunca “Ben bu işe nasıl girdim” demişimdir çok... Tamam, Alişan’la çok iyiyiz her zaman ama ikimiz de perişan oluyorduk. Bir süre sonra ona da alıştım. Kendimi kapatmayı, insanları dinlemeyi ama her şeye üzülmemeyi öğrendim. Alişan’la bizi hep gülerken, eğlenirken görmek istediği için izleyici, konsepti değiştirdik. Tabii dramatik konular aralarda yine oluyor ama genellikle daha çok eğlendirme amacımız var. İkimiz de çok mutluyuz, çünkü olduğumuz gibiyiz Alişan’la, hiçbir zorlama durum yok. Hem enerjimizin çok tutuyor olması hem de yıllardır birlikte çalışıyor olmanın getirdiği bir uyum var aramızda... Kuliste de aynı programdaki gibiyiz mesela... Sabahın köründe kuliste otururken kakara kikiri edebiliyoruz. Sabah Alişan’ı görmek bana enerji veriyor. Bir bakmışız sabahın köründe programda zıplıyoruz. Sonra diyoruz ki birbirimize “Ya biz şimdi neden zıpladık?”... Vallahi içimizden geliyor, bilmiyoruz neden zıpladığımızı!
Genel olarak sabah programlarında ya gülüp eğlenelim diyoruz ya da aile içi trajedisi izliyoruz. Ev kadınlarını uyutuyor muyuz acaba böylece?
Bizim programımızı yönlendiren kesinlikle yapımcılarımız ya da editörlerimiz değil, bizi yönlendiren tamamen Türk kadınları. Programın içeriğini belirleyen onlar. Onlar ne izlemek istiyorsa biz onu veriyoruz. Onlara göre şekilleniyoruz. Her şey izlenme oranlarına bağlı, bu bize ne yapmamız gerektiğini söylüyor.
Oyunculuk hep içimdeydi
Mankenlik, oyunculuk ve sunuculuk... Sıraya koy desem?
Sadece mankenlik yaptığım zamanlarda kendimi en iyi hissettiğim yerin podyum olduğunu düşünüyordum. Ta ki Cennet Mahallesi’ne kadar... Orada o paçalı donlarımızla, yırtık ayakkabılarımızla, saçımız başımız dağınık dolaştık, saatlerimizi sette geçirdik ve sonunda baktık ki harika bir iş çıkmış, kendimi en iyi hissettiğim mekan değişmiş oldu tabii. Sabahın köründe gülerek giderdim sete, düşün yani...
Kendini mi keşfettin acaba?
Oyunculuğa “acaba becerebilir miyim” diyerek başlamadım. Çok ufaklıktan beri taklit etme, gözlemleme yeteneğim vardır benim. Hep içimdeydi yani. Ya çok iyi gözlemledim ya da içimde bir karakter vardı, o dışarı çıktı... Bunun cevabını veremiyordum, ta ki bir sonraki işe kadar... O da “Avrupa Yakası”... Konuk oyuncu olarak girdim, sezon sonuna kadar devam ettim orada. Önce “bilmemne karakterine benzer miyim izleyici gözünde” diye endişelendim, ama öyle olmadı. Diziyi izleyince bunu kendim de gördüm ve “Ben hakikaten bu işi yapabilecek kapasiteye sahibim” dedim. şimdi yaptığım işe gelince, ben buna sunuculuk demek istemem, çünkü başka bir şey bu. ınsanın kendini en doğal haliyle insanlara sunması ve bunun sevilmesi kadar güzel bir şey olabilir mi? Bal kaymak!
Hiçbir şeyden pişmanlığım yok
Geçmişte sık sık canını sıkan haberler çıktı basında, hiç “Öyle değil de böyle yapsaydım keşke” dediğin oldu mu?
Yaşadığımız her şey bizi besliyor aslında. Benim en sevdiğim özelliklerimden biri, geriye dönüp şöyle olmuştu böyle olmuştu diye üzülmemem, sinirlenmemem. Onun yerine şu anda hangi kafadayım, kalbimde ne var, hangi duygular içindeyim gibi düşüncelere odaklanabiliyorum. Öteki türlüsü insanı mutsuz eder. Pişmanlığım falan yok, iyi-kötü ne yaşadıksa onlar getirdi bizi buralara kadar...