Gündem

'Kürtler artık her yerden fışkıracak'

DEP eski milletvekili avukat Sedat Yurtdaş, demokratik açılımla ilgili konuştu.

09 Aralık 2009 02:00

Bir dönem Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkan Yardımcılığı da yapan, DEP eski milletvekili avukat Sedat Yurtdaş, demokratik açılımla ilgili konuştu. Kürtlerin artık kendilerini yönetmek istediğini söyleyen Yurtdaş, Türkiye'de şuan en tehlikeli bölünmüşlüğü yaşanıyor vurgusunu yaptı.

Vatan gazetesinden Mine Şenocaklı'nın Yurtdaş ile yaptığı söyleşi:

DEP eski milletvekili avukat Sedat Yurtdaş, "Bence açılım süreci geri dönülmez bir süreç. Kürtler için ister 'şişeden çıkan cin', ister 'Pandora'nın kutusu açıldı' deyin, buradan geri dönüş yok. Artık Kürtlerin haklarının verilmesi gerekiyor" diyor ve devam ediyor: "Kürtler geç kalınmış bir uluslaşma yaşıyorlar. Bu geç uluslaşmanın yarattığı etkiyle her fırsatta tıpkı bir volkanik fışkırma gibi her yerden fışkıracaklar. Bunu Kürtler de Türkler de herkes bir yere kaydetsin.  Yani Kürtler bu noktadan sonra Diyarbakır yürüyüşünde olduğu gibi kendilerini dilleriyle, kültürleriyle ifade etmek için buldukları her ortamı sonuna kadar değerlendirecekler. Bunu keşke yapsalar, çünkü barış dili ile yapacaklar..."

Habur'dan gelişleri siz 'Barışı sessiz kutlamalıydık' diyen Mehmet Kaya'dan daha farklı değerlendiyorsunuz...

Evet. Çünkü Cumhuriyetin 80 yıldır, İzmir başta olmak üzere, bütün Türkiye'de öğrettiği şey, Türk diye bir halk yok. Dolayısıyla ben Habur'dan gelişlere 'Diyarbakır yürüyüşü' ya da naçizane 'Kürtler'in silah bırakma töreni' diyorum. Çünkü Kürtler artık bu işin silahla olmayacağını, demokratik araçlarla yapılması gerektiğini söyleyen bir noktadalar. Bu inanılmaz önemli bir şey. O gün o yürüyüşe halktan da doğal olarak katılanlar oldu. Çünkü oluşturulan bir bilinç var 80 yıldır. Yani olmayan Kürtler birden dilleriyle, sloganlarıyla, gövdeleriyle meydanlara çıktılar, yollara döküldüler ve kendilerini ifade etmeye başladılar. Halbuki 30 yıldır süren, çatışma dönemini göz önüne alırsak, ölen 40 bin insan, dağılan bir coğrafya, yüz binlerce hareket halindeki asker, tanklar, toplar, araçlar, bütün bunların hepsini düşünürseniz, kimsenin o gün o yürüyüşte burnu dahi kanamadı. Ve o gün insanlar barışa olan özlemlerini sadece dilleriyle, renkleriyle, sloganlarıyla ifade ettiler. 7'den 77'ye, o güne kadar DTP'nin yanında, yöresinde bulunmamış insanların da katılımıyla bu özlemi, bu karşılayışı bir yürüyüşe, bir şölene, bir kutlamaya dönüştürdüler. Dolayısıyla aslında o gün Türk halkı de bir gerçekle yüzleşmenin travmasını yaşadı ve olayı şöyle algıladı: Kürt denen bir halk var, diliyle, kültürüyle ve TRT Şeş'i aşan bir noktada kendilerini ifade ediyorlar... Dolayısıyla o günün böyle bir travma yaratmasını da anlamak lazım. Çünkü o gün 80 yıllık bu bilgilendirme sürecinin boşa çıktığı bir an, bir şok yaşandı. Maalesef Türkler, bizim geleneğimizi bir şokla öğreniyorlar. Naçizane benim de bulunduğum 1991 Parlamentosu, Leyla Zana şokunu Türkiye'ye yaşatmıştı. Ama gördük ki bütün Kürtler Leyla Zana geleneğiyle yaşıyor.

Yani?

Kürtler dili yasaklanmış bir halk ve geç kalınmış bir uluslaşma yaşıyorlar. Bu uluslaşmanın neresindeyiz, uluslaşma tamamlandı mı, tamamlanıyor mu, bunlar belki bilim adamlarının cevap verecekleri sorular... Ama bu geç uluslaşmanın yarattığı etkiyle Kürtler her fırsatta tıpkı bir volkanik fışkırma gibi fışkıracaklar. Bunu Kürtler de Türkler de herkes bir yere kaydetsin. Yani Kürtler bu noktadan sonra kendilerini ifade etmek için buldukları her ortamı sonuna kadar değerlendirecekler. Bunu keşke yapsalar, çünkü barış dili ile yapacaklar. Barış burada çok önemli. Keşke silahı dışlayan, kendini, dilini, düşüncelerini 21. yüzyılın ihtiyaçlarıyla değişen bir ifade tarzıyla bunu yapmaya devam etseler.

Barış dili diyorsunuz. Peki, Öcalan'ın hücresi küçüldü diye başlayan bu molotof kokteylli, havai fişekli son olayları nasıl değerlendireceğiz o zaman?

Önce yeri küçüldü diye başladı ama biz de objektif olmaya çalışıyoruz. Kabul edelim ya da etmeyelim, Öcalan'a halkın inanılmaz bir ilgisi, yakınlığı var. Devletin hükümlü olarak gördüğü, bu yüzden de ömür boyu hapse mahkum ettiği birini Kürtlerin çoğunluğu bir lider olarak görüyor. Bazı objektif gerçekleri görelim.


Şu anda Türkiye'de en tehlikeli bölünmüşlük yaşanıyor

Ahmet Altan'ın da geçen gün yazdığı gibi Öcalan bir kısım Kürtler için neredeyse kutsallık mertebesine ulaşmış bir önder, ama Türklerin bir kısmı için de en ağır şekilde cezalandırılması gereken eli kanlı bir katil...

Şimdi iki kamuoyu var; bir Türk, bir de Kürt kamuoyu. Yani bir zihinde bölünmüşlük olayı var. Şu anda Türkiye'de en tehlikeli olan bölünmüşlük yaşanıyor. Bu, bugün kendisini inanılmaz bir şekilde ortaya koyuyor. Yani devletin mahkemelerde mahkum ettiği, ceza verdiği bir insan diğer tarafta lider gibi görülüyor. Bakın, bugün sayısı 3,5 milyon olarak açıklanan bir imzayla, Öcalan için 'Liderimiz' diyen bir halk kitlesi ve bu kitlenin bir sahiplenmesi var. Emine Ayna da izah ediyor, diyor ki "Bu sadece metrekare olayı değil"... Yani bu olayın muhatabı kim olacak? Bu olay nasıl çözülecek? Kimlerle çözülecek? Sorun burada düğümleniyor. Dolayısıyla şimdi bir ezber bozma olayıyla karşı karşıyayız. Burada halkın bir tepkisi var, ama benim kişisel düşüncem burada da çifte standart uygulamamalıyız. İster Genelkurmay cephesinden, ister Kürt gençleri açısından olaya bakarken, kafamızın içindeki 'Benim şiddetim iyidir' düşüncesini bir yana bırakmalıyız. 'Hayır, karşı tarafın uyguladığı şiddet de iyi değil, ama benim şiddetim de iyi değil' demeliyiz. Dolayısıyla şiddetten medet ummamalıyız. Ölçümüz barış olmalı, siyaset olmalı, bunun ismi konmalı ve hedefimiz gerçekten bütün halkların eşitçe, özgürce bir arada yaşayabileceği bir toplumsal sözleşmeye imza atmak olmalı.

Tamam ama bunun için herkesin söylemlerine biraz daha dikkat etmesi gerekmiyor mu? Emine Ayna, "Açılım bitmiştir" diyor, "Taban bizim dağa çıkmamızı istiyor" diyor...

Bence bu açılım bitmez, sürecek. Bu açılım, Türk halkının da ihtiyacı, Kürt halkının da... Bu açılım, bugün devleti yönetenlerin de, yarın yönetime aday olacakların da ihtiyacı... Çünkü toplum, her zaman ileriye bakıyor. Geçmişte yaşadıklarımızı, eğer sorunlarıyla, nedenleriyle, kökenleriyle ortaya koyup sağlıklı bir şekilde değerlendirirsek, ki ben açılım sürecini bu tür sağlıklı bir değerlendirme olarak nitelendiriyorum, özü itibariyle açılım sürecektir. Hepsinden önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti devleti, artık 20. yüzyılın araçlarıyla, yöntemleriyle, 1930'ların mantalitesiyle bu ülkeyi yönetemeyeceğini kesin olarak anlamış bulunuyor. Bunu çok önemsemek lazım.


Açılımın başladığı ve geldiği yer arasında büyük bir uçurum var

Peki o zaman niye bu söylemler?

Kürtler, son 30 yılda olan çatışmalı ortam diliyle bu işin gitmeyeceğini zaten biliyorlar. Zaten biliyorlar diyorum, çünkü uzun yıllardır bu işin siyasal mecraya, demokratik mecraya, barış mecrasına çekilmesi için bir gayret içindeler. Şimdi bu gayret test ediliyor. Ben bu tıkanmaların, geçici tıkanmalar olduğu kanaatini taşıyorum. Yani bu gösterilerin de, taş atmaların da ilelebet sürmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü Kürtlerin de ihtiyacı olan şey, barış içinde demokratik bir ülke koşullarının yaratılması. Bakın, AKP'nin yaptığı açılım nasıl başladı? Burada açılım için kullanılan startlar da çok önemli. Açılım, "Kürt açılımı" diye başladı, ama hemen arkasından aldığı isimlendirmeler neler?

Önce 'Demokratik açılıma' döndü...

Evet, bu da nispeten Kürt sorununu kapsayan ama onu da aşan daha geniş bir demokratikleşmeyi içeriyor. Ama arkasından nereye geldi takıldı açılım? Milli Birlik Projesi'ne. Oysa 80 yıllık Türkiye tarihi boyunca bu halkın 'milli birlik' ve türevi kavramlardan inanılmaz çektiğini söylemek lazım. Bu bölgede yapılan baskıların hepsi; tutuklamalar, gözaltılar, faili meçhul cinayetler, köy boşaltmalar, hepsi de 'milli birlik' çerçevesinde yapıldı. Şu anda açılımın geldiği nokta neresi? Açılım yine Milli Birlik Projesi'ne dönüştü. Dolayısıyla o projenin başladığı yer ile geldiği yer arasında büyük bir uçurum var. Yani ciddi bir geri adım var.

Peki bu açılım size neyi ifade ediyor?

2005'te Sayın Başbakan'ın Diyarbakır'da söylediği şuydu; "Biz büyük bir devlet olarak yanlışlarımızı görebilmeli ve o yanlışlarımızdan geri dönebilmeliyiz." Bu söz özür dilemeyi içeriyor. Bu söz, geçmişle yüzleşmeyi içeriyor. Bu söz, geçmişte yok sayılan, üzeri örtülen, inkar, imha ve yasaklarla karşılaşan bir sorunu kabul etmeyi ve bunu çözme vaadini içeriyor. Ama şimdi bu sözlerin gölgelendiği görülüyor. Dolayısıyla açılımda iki taraflı bir gölgelenme başladı. Yapılacak şey, bu açmazı aşacak basireti göstermek. Şimdi bakıyoruz hükümet sert bir dil kullanıyor aynı zamanda... Oysa asıl şimdi basiretli ve olgun davranmalıdır. Hükümet, bu sürecin sürdürüleceğinin kararlı bir sahibi olarak görülebilmelidir.


Kürtler ne istiyor?


Kürtler ne istiyor? Kimse bunu net ifade etmiyor. Siz ne istediğinizi biliyor musunuz?

Biliyoruz diyebilirim...

Ne istiyorsunuz?

En basitinden dil, kültür ve kimlik haklarının kabaca anayasal güvenceye kavuşturulmasını istiyoruz.

Yani?

İdari düzenleme istiyoruz. Bu çok açık, şimdi bir kere bunu yaparken Anayasa'yı değiştirmeden hiçbir yere varamaz bu ülke. 12 Eylül'ün katmerleştirdiği Kürt sorununu, 12 Eylül Anayasası çözmeye yetmez. Bir kere bunu kaydetmek lazım. Siz Anayasa'nın başlangıç ilkelerini değiştirmeden bu ülkede hiçbir şeyi değiştiremezsiniz.


Anayasa'nın değişmez denilen maddelerinin de değişmesi lazım

Sizce öncelikle değişmesi gereken madde nedir peki?

Öncelikle Anayasa'nın başlangıç maddelerinin mutlaka günümüzün çağdaş Kürtlerini ve Türklerini de kapsayacak bir içeriğe kavuşturulması lazım. Bir kere Anayasa'yı 'Atatürk ilke ve inkilapları', 'milletin bölünmez bütünlüğü' gibi, sıkıyönetimin, OHAL'in ve ardından şimdi özel görevli mahkemelerin dayandığı bütün bu uygulamaları içine alan, çocukları büyük gibi algılayan, büyük gibi yargılayan, büyük gibi cezalandıran, onları bir daha gençliğini, geleceğini yaşayamaz hale getiren yasalara mahkum eden bir anlayıştan kurtarmak için başlangıç ilkelerinden başlamak lazım. Cumhuriyetin ilkelerinin değişmesi lazım. Değişmez madde yoktur. Değişmez denilen maddelerin değişmesi lazım. Dilin de değişmesi lazım, ilkelerin de değişmesi lazım...

O zaman Türkiye, yine Türkiye olur mu?

Tabii insanlar farklı görüşler ileri sürebilirler. Bunu kimler söylüyor, hiçbir değişimin olmamasını düşünenler söylüyor. Yoksa kendi adıma söylüyorum, bu maddeler değişmeden gerçek kardeşliğin koşulları bu ülkede yaratılmaz. Çünkü yasaları, Anayasa'yı aşan bir hukuk fikri var. Artık biz bu hukuk fikrine bağlı olmak durumundayız. Kürtler de, Türkler de, düşünen herkes de bu yasaların dar kalıplarından kurtulmalı. Eğer AKP kendisini 12 Eylül Anayasası'na mahkum ederse, bir sonuç alacağı kanaatini taşımıyorum. Şimdiden tabular oluşturursak, 'Anayasa değişmeyecek' dersek olmaz. Çünkü siz Türkiye'de 'yurttaşlık' tanımını yeniden yapmadan ortak bir gelecek inşa edemezsiniz. Siz 42. maddeyi değiştirmeden bunu yapamazsınız. Kürtleri, dil, kültür ve kimlik haklarından yoksun bırakırsanız sonuç alamazsınız.

Peki Kürtler tam olarak ne istiyor? Özerk bir bölge mi?

Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi var bunun içinde... Ben Kürtler adına konuşma hakkını kendimde bulmuyorum. Ama benim söylediğim şey, IRA'dan ders çıkarmak lazım. İrlanda deneyiminden ders çıkarmak lazım. İspanya deneyiminden, Bask'lardan ya da İspanya'nın 17 ayrı özerk bölgeye bölünmesinden ders çıkarmak lazım. Çünkü Kürtler bunlardan ders çıkararak eşit haklar istiyor. Yani Türk halkından haklar almak, onların haklarını ya da özgürlüklerini kısıtlamak gibi bir talepleri, bir niyetleri yok Kürtlerin. Ama kendi hak ve özgürlüklerini çağdaş standartlara göre isteme gibi bir durum var orada.

Kamer Genç, Meclis'te Hasip Kaplan'a, "Kürtlerin hangi hakkı eksik?" diye sormuştu. Siz yanıtlayabilir misiniz bu soruyu?

Neler eksik değil ki! Kürtler, bir kere kendi dilleriyle eğitim hakkı istiyor. İlkokuldan başlayan üniversite bitinceye kadar devam eden Kürtçe eğitim hakkı istiyor. Benim kişisel düşüncem, en temel talepleri bu... Kürtçe eğitim hakkı gönüllü birlikteliğin esaslı bir şartıdır. Çünkü Kürtler uzun bir süre bayraktan korkmuşlar, milli birlik sözcüğünden korkmuşlar, karakoldan korkmuşlar, bugün hiçbir Kürt'e siz 'Benim karakolum' dedirtemezsiniz. Ama eğer bu ülkede yaşayacaksak, ortak bir gelecek kuracaksak Kürtlerin 'Benim karakolum', 'Benim ordum', 'Benim askerim', 'Benim polisim' diyebilmesi lazım. Bunu diyebilmesi için de o hakkının sağlanması lazım. Bu bir süreç ama nihayetinde onun için Anayasa'nın da, yasaların da değişmesi ve Kürtlerde de o yurttaşlık düşüncesinin gelişmesi lazım.


DTP'nin kapatılması başka bir siyasi partinin kapatılmasıyla bir olmaz

Peki DTP kapatılırsa ne olur?

Ben DTP'nin kapatılmaması gerektiğine inanıyorum. İddianameyi bugün yeniden gözden geçirdim, vicdanlı olarak bakarsam ne derim diye, kapatma gerekçesi yok orada. Neye göre yok? Venedik Kriterlerine göre yok, Anayasal güvenceye göre yok, AİHM'in geçmişte HEP için, DEP için ve ÖZDEP için verdiği kararlar çerçevesinde yok. Ama neye göre var? Eğer biz 1930'ların mantalitesini hala iktidarda tutarsak, yani bugün CHP ve MHP'nin Türkiye'yi mahkum etmek istediği dar alana sıkıştırmak istersek DTP'yi, belki o zaman sebep bulabiliriz. Ama hukuken DTP'yi kapatmak için sebep yok.

Vural Savaş, "Şiddeti meşru gören bir partinin kapatılmaması için hiçbir sebep yok. Mutlaka kapatılmalı" diyor...

Ama röportörler bile DTP'nin o konuda fazla yoğun olmadığını söylüyor. Diğer taraftan hem Anayasa'da hem de Siyasi Partiler Yasası'nda partilerin müeyyidesinin kapatma olmadığı da düzenlenmiş, başka müeyyideler var. Dolayısıyla eğer AKP'ye bu müeyyide uygulanmadıysa DTP için de uygulanmamalı. Ama belki ihtar verilebilir. Çünkü Anayasa Mahkemesi açısından olaya bakarsak, Anayasa Mahkemesi sadece hukuka bakarak karar veremez, sadece siyasete bakarak da karar veremez. Hem siyasete, hem hukuka, hem ülkeye, hem topluma, hem geleceğe, hepsine birden bakarak bir karar vermek zorundadır. Gereği budur. Çünkü Anayasa Mahkemesi toplumu yeniden karıştırmamak, yeniden belirsiz, DEP'in kapatılmasıyla başlayan ve 2007'ye kadar da Kürtlerin parlamento dışında kalmasına sebep olan bir süreci başlatmamak yükümlülüğü altındadır. Yani bu olayı sadece hukuki kriterlerle değerlendiremez. Dolayısıyla ben bir kapatma kararının çıkmaması gerektiği ve çıkmayacağı düşüncesindeyim.

Peki DTP kapatılırsa ne olur?

Ahmet Türk, sine-i millete dönmekten söz etti. Ben kendi adıma sine-i milletten ziyade demokratik mücadelede ısrar edilmesi gerektiğini savunuyorum. 1994'te de bunu savundum. Ama grubun aldığı ortak karar nedeniyle böyle davranmadım. Bugün de aynı şeyi savunuyorum, bence demokratik mücadelede ısrar edilmeli. DTP, Kürtler adına politika yaptığını unutmamalı ve geleceği düşünmeli...

Peki DTP'nin kapatılması Türkiye'ye nasıl yansır?

Kabul edelim ki Siyasi Parti Yasası'na göre de, Anayasa'ya göre de DTP tam bir yasal parti gibi davranmamış olsun, ama bunun ölçüsü başka bir siyasi partiyi kapatmakla aynı olmaz. İstanbul'daki bir partinin kapatılmasıyla, yani demokrasinin bütün araçlarını kullanma imkanı olan, dilini, kültürünü kullanmakta olan bir partiyle buradaki bir partiyi kapatmanın etkisi aynı olmaz. Bunun görülmesi lazım.

"Tam bir siyasi parti olarak davranmamış olabilirler" diyorsunuz...

Evet. Bunu kendileri de söylüyor, ben de açık, açık her tarafta söylüyorum. Bir kere bu siyasi partinin bir gelenek halinde yaşamasına izin vermemişsiniz. Önceki 6 partiyi kapatmışsınız. İşte, 1991-2009 arasına baktığınız zaman bu partilerin ortalama ömürleri iki ya da üç yıldır...

Tamam ama hiç mi eleştirilecek tarafları yok bu partilerin?

Bakın bunu açık ve net bir biçimde buradan dünyaya bakan insanlar olarak söylüyoruz, söylemek zorundayız, siyaset yapan Kürtler özellikle meşru araçları çok doğru bir şekilde kullanmak zorundalar. Aynı zamanda şiddeti dışlayarak, şiddetin karşısında durarak kullanmak zorundalar. Bunu bütün güçlüklerine rağmen yapmak durumundalar. Ancak bu bizi birlikte yaşatır.


Kürtler artık kendilerini yönetmek istiyorlar

Ben yine başa dönmek istiyorum. Mehmet Kaya, "Leyla Zana'nın ilk Meclis’e girdiği anı televizyonda izlerken çok hoşuma gitmişti, gururlanmıştım ama yanlış olduğunu biliyordum" demişti...

Ama şok öğretme yöntemiydi o... Ben o taraftan bakıyorum, Leyla Zana’nın o tavrını destekliyorum. Bizim bayrağın, yani simgesel olarak böyle kırmızı, yeşil, sarı renklerde ceket cebinde mendil ya da kadın saçında bant olarak kullanılmasını da Kürtlüğü bir öğretme yöntemi olarak değerlendiriyorum. Ben, bu doğrudur diyorum. Çünkü gerçekten o yaşanan baskıları da anlamak gerekiyordu. Kürtlerin buna inanılmaz ihtiyacı vardı. Biz Kürtler buna ‘Leyla Zana geleneği’ dedik, bu Ahmedi Hani’de de var, Seyit Rıza’da da var, Şeyh Sait’de de var. Hepsi bu coğrafyanın acıları nedeniyle bir şekilde bedel ödemiş insanlar. Bu insanlar halkın değerlerini yansıtmak için bir dil kullanmışlar, bunu böyle yorumlamak lazım. Burada bir art niyet yok, bir kızgınlık yok, sadece masum bir ifade var. Çünkü inanılmaz bir reddedilmişlik vardı o dönemde. Mesela 1994’te DEP'in kapatılmasını, arkadaşlarımızın cezaevine girmesini ve 15 yıl kalmasını düşünün. O gün konuşulanlara bakın, şimdi konuşulanlara bakın, yanında ne kadar masum kalıyor. İnanılmaz bir orantısızlık var.

Bu neyi gösteriyor?

Demokrasinin maalesef en güzel tarafı bedeller rejimi olması. Kürtler, Zana başta olmak üzere bu bedelleri ödediler. Bugün gelinen aşamada DTP’nin kapatılması gibi yeni bedeller ödememek gerekir. Yani Sezgin Tanrıkulu'nun da söylediği gibi bu partiyi İspanya'da yasaklanan Bask partisi Batasuna'yla karşılaştırmak yanlış. Çünkü Batasuna'nın özerk bölgesi var, dili var, kültürü var, parlamentosu var, ayrı bayrağı var, polis yönetimi var, vergisi var. Bunların altını çizerek söylüyorum, çünkü Kürtlerin de nihayetinde kendilerini yönetme ihtiyacı var. Bunu görmek lazım. Kürtler, artık kendileri kendilerini yönetmek istiyor. Ha, bunu yaparken devleti parçalamak bir yöntem değil. Kürtler kendilerini bu devletle bu devletin temsilcileriyle birlikte yönetmek istiyor.


Erdal İnönü'nün önüne 22 madde koymuştuk

O gün yaşananlar Erdal İnönü'yü de zor durumda bırakmıştı...

Erdal İnönü çözümsüzlüğün değil, çözümün siyasetçisiydi. Biz 22 maddelik bir çözüm paketi hazırlayarak kendisini ziyaret etmiştik. Bütün maddeleri tek tek okudu, bizi sabırla dinledi. Koruculuğun kaldırılmasından, yer isimlerinin iadesine, Kürt dilinin eğitim dili olarak kabul edilmesine kadar 22 madde... Aslında bugün konuşulan çözüm paketi 1991'in sonunda ya da 1992'nin başındaki o önerilerde vardı. Erdal İnönü bize dönüp şöyle dedi, "Bu 21 maddeye itirazım yok. Bunların hepsinin verilmesi lazım. Ancak biz Türk halkına daha yeni yeni Kürt halkını kabul ettirebildik. Buraya 'Kürt ulusu' diye yazmayın ya, bunu çıkarın!" Aynen söylediği buydu...


Açılımda yarım bir hamilelik sorunu var

Ne oldu peki, çıkardınız mı o maddeyi?

Hayır, çıkarmadık... Fakat ne oldu, Deniz Baykal genel sekreterdi ve partide çok etkin bir konumdaydı. Dolayısıyla o dönemde Erdal İnönü'nün Kürtlere ilişkin izlediği politikalar, onu kuşatan ve aynı zamanda onun ortağı olduğu parti ve hükümet nedeniyle hayata geçemedi. Fakat o gün de bugün de aslında Kürtler bu ulusallaşma sürecini yaşıyor. Bugün açılım derken bunu görmemiz gerekiyor. Yani biz ister 'ulus' diyelim, ister 'halk' diyelim, sonuçta dildi, kültürdü Kürtler bu süreci yaşıyor. Birincisi bu. İkincisi, yarım hamilelik olmaz. Yani hamilelik eğer gerçek hamilelik değilse, iç, dış, sahte bir hamilelikse, bu samimiyeti sorgulama noktasına götürür Kürtleri. Bugün bir yarım hamilelik sorunu var açılım ve Kürt meselesinin ele alınış şeklinde... Dolayısıyla hükümetin, devletin bu konuda attığı adımların bir sonuca gitmesi gerekir. Sonuca gitmezse, açılımın organizmaya, onu taşıyan bünyeye, Türkiye'ye daha zarar verecek sonuçları olacağı da muhakkaktır. DTP'nin kapatılması da buna dahil olmak üzere...

Nasıl?

Bakın, zulmün kalesinden eşitlik olmaz, kardeşlik olmaz. Dilini yasaklayacaksın, Kürtlüğünü yasaklayacaksın böyle kardeşlik olmaz. Kürtlerin dilini de vereceksin, kültürünü de vereceksin, kendini yönetme hakkını da sağlayacaksın, ancak o zaman gerçekten kardeşlik olur. İşte bu noktada Kürtler her yerden fışkıracak. Çünkü Kürtler geç uluslaşan, uluslaşma süreci yaşayan bir halk. Bu noktadan sonra da ne dilsiz bırakılabilir, ne kültürsüz, ne örgütsüz... Bu süreç geri dönülmez bir süreçtir. Bunu sosyolojik olarak tespit etmek lazım. 1993'te benim de katıldığım, içinde akademik çevrelerin, genelkurmayın olduğu, Yıldırım Aktuna'nın denetimde yapılan politik psikolojik merkez toplantıları vardı. O toplantılardan çıkardığım sonuçlara göre, bence bu geri dönülmez bir süreç. Bunu devlet görüyor, siyasetçiler görüyor... Kürtler için artık ister 'şişeden çıkan cin' deyin, ister 'Pandora'nın kutusu açıldı' deyin, buradan geri dönüş yok. Bunu soğukkanlılıkla görmek lazım. Belki molotof kokteylleri falan duygusal bir süreç yaratıyor ama bunları bir tarafa bırakıp olana bitene soğukkanlı bakıp Kürt meselesini biran önce çözmek gerekiyor. Bu meseleyi anlık, dönemsel tepkilerden, sıkıntılardan, bağlardan kurtarıp, bu halkın haklarının kabul edilmesi gerekiyor. Hükümetin de esas alması gereken duruş budur. Sabırlı olmalı, dikkatli olmalı, dönemsel sıkıntıların aşılacağı inancını taşımalı ve halkın bütününü kucaklamalıdır. Bizi barışa, birliğe, kardeşliğe götürecek olan yol budur.