Gündem

'Kürdün hayatının PKK için de anlamı yoktu'

Kürt aydın Orhan Miroğlu, Batman'daki mayın patlamasında 4 kişinin ölmesini 'katliam' olarak niteledi.

13 Ağustos 2010 03:00
T24 - Batman'da, PKK'nın döşediği mayınların patlaması sonucu HEP'in Batman İl Başkanı Salih Özdemir, İHD eski Yöneticisi Sadi Özdemir ve Sıtkı Özdemir kardeşlerin hayatlarını kaybetmesinin yankıları sürüyor. Mayın patlamasında 4 kişinin ölmesini 'katliam' olarak niteleyen Kürt aydın Orhan Miroğlu, "Kürdün hayatı devlet gözünde bir hiçti, Kürdün hayatının PKK için de fazla bir anlamı yoktu" dedi.

Miroğlu'nun Taraf gazetesinde bugün (13 Ağustos 2010) yayımlanan yazısı şöyle:

Bu yazıya oturduğumda Batman’daki mayın patlamasının üstünden on gün geçmişti.

Kaldığı evde ziyaret edip başsağlığı dilediğim, Sedat Özevin’in sevgili eşi Hülya Özevin’in dört kelimeden ibaret bu sözleri, o günden bu yana hiç aklımdan çıkmıyor. ‘Işık istiyorum, karanlık istemiyorum...’ dedi Hülya... Işık isteyenlerin, karanlık istemeyenlerin birbirinden habersiz olmadığı, ama sustukları, susturuldukları, seslerini birleştiremedikleri, kadersizliğe terk edilmiş bir coğrafyada bir mayın patlaması ve dört ölüden geriye kalan bir insanlık hikâyesi daha var şimdi. Her şeyin çok kolayca unutulduğu, hiçbir şeyin hesabının bugüne kadar sorulamadığı karanlık dönemlerin bir son perdesi gibi bu katliam. Batman’da kiminle konuştuysam, bu defa farklı olmalı diyordu. Bu mayının patladığı zamanı ve kaybettiğimiz insanları kimse unutmamalı diyordu herkes. Oysa, üç kardeşin, Salih, Sadi, Sıddık (Sofi) Özdemir’in ve sevgili dostları Sedat Özevin’in hayatını kaybettiği patlamanın gerçekleştiği gece, unutmanın, unutturmanın da başladığı geceydi aslında. Hafta sonu taziyeden geri döndüğüm günden beri, içimdeki huzursuzluğu gidermek için yapabileceklerimi düşünüp duruyorum.

Meymuniyê’deki patlamayı haber aldığımda, daha hiçbir şey bilmeden, kimselere bir şey soramadan, çok korktuğumu söylemeliyim. Dayılarımla PKK’yi yeniden karşı karşıya getirmek isteyen güçlerin, tam da bu dönemde tezgâhladıkları büyük bir tuzak bu, diye düşündüm. PKK o coğrafyada 1970’li yıllarda, çok büyük aşiretleri karşısına aldı. Onlarla savaştı. Bu aşiretleri ‘sömürgeci güçlerin işbirlikçileri’ olarak gördü. PKK’nin karşısına aldığı ve savaştığı aşiretlerin çoğu ise, bugün korucu dediğimiz 70 bin kişilik bir silahlı gücü kontrol ediyorlar. Kürt toplumu kalbinden bölünmüş bir toplumdur bu yüzden. İç barışını konuşamamış, gerillaların sorumlu oldukları hak ve yaşam ihlallerini hiçbir şekilde gündeme getirememiş, sorgulayamamış bir toplumdur. Ahmet Cem Ersever gibi insanların ortalıkta cirit attığı o yıllarda, Raman aşiretinin liderleri, farklı bir provokasyonun sonucunda, birden bire kendilerini PKK’yle karşı karşıya buldular. 1979 yılında Batman Belediye Başkanı Edip Solmaz -ki Ramanlıların dostları olan bir aileden geliyordu- JİTEM’in gerçekleştirdiği suikast sonucu hayatını kaybetti. Suikasttan sonra, PKK Ramanlıları suçladı. Ramanlılar, Edip’in katilleri biz değiliz dediler, ama bu, başlayan çatışmaları durdurmaya yetmedi. Edip Solmaz’ın öldürülmesiyle birlikte çatışmalar daha da arttı ve Batman kısa sürede kan gölüne döndü.

Korkunç bir trajedi

Meydana gelen silahlı çatışmalarda her iki taraftan onlarca insan hayatını kaybetti. Çok sonraları Edip Solmaz’ın o dönemde JİTEM’in en önemli yetkililerinden Temel Cingöz Paşa’nın yönettiği bir operasyonla öldürüldüğü anlaşıldı. Meymuniyê’de çam ağaçlarının içinde bir mezarlık var. Otuz yıl önce öldürülen Özdemirler’in mezarı yan yana kazılmış... Yusuf, Ahmet, Lokman, Faik, Nayıf, Hasan ve daha başkaları. Şimdi bu mezarlara üç yeni mezar daha eklendi.

Salih, Sadi ve Sıddık’ın mezarı...

Korkunç bir trajedi bu.

Ankara’ya döneceğim gün, kırk derece sıcakta, buzdan daha soğuk bir yürekle girdim Meymuniyê’nin mezarlığına. Bir sabah vakti Salih’in, Sadi’nin ve Sofi’nin mezarı başında otuz yıl öncesini hatırladım. Salih Özdemir’in eşi Ziynet Özdemir, Yusuf dayımızın kızıdır.

Ziynet, babası Yusuf’u, otuz yıl önce ve yine bir mayın patlaması sonucu kaybetti. Şimdi de eşi Salih Özdemir’i yine mayında ve yine aynı yerde kaybetmenin kahredici acısını yaşıyor.

Ziynet’e kim ne diyecek şimdi, ona kim neyin açıklamasını yapacak? Ölen kardeşlerden, Sıddık (Sofi) Almanya’da yaşıyordu. Onun da eşi, Faris Özdemir’in kardeşi Hikmet Özdemir’dir. Hikmet 1979’da kardeşi Lokman’ı daha 15 yaşındayken mayına kurban verdi.

Bir diğer kardeşi Faik de öldürüldü. Şimdi otuz yıl sonra, eşi ve amcasının oğlu Sıddık’ı akrabalarla buluşmak için geldiği bir yaz tatilinde, aynı coğrafyada toprağa gömdü Hikmet..

Servet var bir de.

PKK savaşa öncelik verdikçe

Sadi Özdemir’in eşi Servet, benim Şemsettin dayımın en küçük kızıdır. Annemden birkaç yaş büyüktü Şemsettin dayım ve bu elim hadiseden birkaç gün önce, yüz yaşında vefat etti. Servet, babasının taziyesi devam ederken, bu sefer eşi Sadi’nin ölüm haberini aldı. Kendini tekrarlayan bir kadersizlik ve kelimelere sığmayan büyük bir trajedi bu. Neredeyse iki hafta oldu. Failler bulunamadı. Ama hiç bir şey bitmiş değil, ve Özdemir ailesinin talepleri gayet net ve anlaşılabilir taleplerdir. Bu aileden hiç kimse kanlı ve kirli bir savaşın parçası olmak istemiyor ve olayın süratle aydınlatılması talebinde bulunuyor. Doksanlı yıllarda PKK’nin eylemlerinden kuşku ve şüphe duyulmazdı pek. Türk ordusunun PKK’yle savaşta elde ettiği kamuoyu ve kurumsal desteği, PKK’de Kürt toplumunda az çok elde etmişti. Ordunun bu savaştaki açmazları, yanlış politikaları, yöntemleri sorgulanıyor şimdi. Ordunun, uğradığı güven kaybının sebebi, bizzat ordunun kendisidir. Aynı şekilde, PKK bugün toplum içinde daha fazla eleştiriye uğruyorsa, izlediği politikalar sorgulanıyorsa, bu her şeyden önce, Türk militarizmi tasfiye oluyorken, PKK’nin savaşa verdiği önceliktir, savaşa inanmaya hâlâ devam etmesidir. Hepimiz biliyoruz ki, Devletin Meymuniyê’deki hain tuzağın müsebbibi olduğuna inanılsaydı, yer yerinden oynardı...

Ama bu sefer şüphelerin hedefinde PKK vardı.

Herkes bekledi bu yüzden...

PKK olayı araştırıyordu çünkü!

PKK yetkililerinin açıklamalarına bakılırsa, bu yurtsever aileyi hedef alan bir eylem söz konusu değildi!

Ölenler ‘bizim insanlarımız’, ‘ bizim şehitlerimizdi!’

Yani bu eylemde ölenler Batmanlı Raman aşiretinin gençleri ve bir demokrat insan değil, askerler olsa sorun olmayacaktı!

O mayının patladığı ve haberin duyulduğu andan başlayarak insanları saran şüphenin, insanların vicdanlarında açılan derin yaranın her zaman olduğu gibi, suskunlukla üstünün örtülmesi ve her şeyin anlamsız bir duyarsızlığa dönüşmesi için yapılan açıklamalar var.

O açıklamalar, başka örneklerde de gördüğümüz gibi, sivil toplumun takınacağı tutumu da büyük oranda belirledi aslında. Ölenler, ‘bizden’ olsa bile, sebep eğer PKK’yi işaret ediyorsa, bir şey değişmiyor...

Sivil toplum susuyor ve aydınlar susuyor...

Toplum vicdanı, böylesi durumlarda sanki ‘büyük davanın’ hatırına bağışlayıcı olabiliyor.

Ama bu suskunluğu ve bağışlayıcı tutumu bizim de eleştirme hakkımız var.

Yeri gelmişken bir kez daha hatırlatmak istiyorum.

PKK hakkında Kürtler’in bugün ortak bir fikri yok. Var olan fikirler de doğrusu çok çeşitlidir. Kendi payıma bu fikirler ne olursa olsun, PKK’siz çözüm konusunda ortak ulusal mutabakatların oluştuğu yıllar dahil, PKK’siz bir çözüme hiçbir zaman inanmadım.

Silahlı bir PKK’nin değil, ama silahsız, değişme kabiliyeti gösterebilen bir PKK’nin, eğer demokratik kanallar açık tutulursa, daha uzun yıllar Kürt hareketinde ve toplumunda meşru ve demokratik bir siyasi misyon yüklenebileceğine de hep inandım. Ama bu inancımın son zamanlarda giderek zayıflamaya başladığını itiraf edeyim. Bunun sebebi de benim siyasi manada PKK karşıtlığımdan filan değil, PKK’nin kendisine savaşmaktan başka bir şans tanımayan, bizzat kendi tutumundan kaynaklanıyor. Ordunun bu savaştaki açmazları, yanlış politikaları, yöntemleri sorgulanıyor şimdi ve bu sorgulamanın sebebi, ordunun gerçekleştirdiği eylemlerdir. Biz bu eylemlerdeki tuhaflıkların, cevabı hâlâ verilemeyen soruların farkında olmasaydık, ordunun bu mesele üstündeki hakimiyeti olduğu gibi kalırdı. Savaşan taraflar hiç kuşku yok bugün de büyük bir hevesle, garip bir hal alan bu savaşı sürdürmek istiyorlar.

Lakin bu savaş çok kirlendi. Bu haliyle sürdürülemeyecek kadar çok kirlendi. Bir JİTEM ajanının arabasına el koyup, dört polisi öldürdükten sonra, bu JİTEM ajanını sorgulama ne kelime, ona kimlik bile sormayan gerillalar dolaşıyor dağlarda! Kim kimin adına savaşıyor belli değil. Ve öyle anlaşılıyor ki bu belirsizlikler giderek artacak. Sivil toplum, bu savaşa sivil imkânlarla müdahale etmek için kendine olan güvenini daha fazla arttırmalıdır. Eğer savaşan taraflara karşı basın açıklamaları dışında sivil toplumun ve aydınların savaş karşıtı bir tutumu olsaydı, ne PKK, ‘benim mayınım yurtsever Kürtlere karşı değil’ diye açıklamalar yapabilirdi, ne ordu kendi döşediği mayınla öldürdüğü askerini savaş zayiatı olarak ilan ederdi Hep böyle oldu zaten ve ölenlere savaş zayiatı gözüyle bakıldı. Binlerle ifade edilen iç infazları ise daha kimse konuşmadı bile. Kürdün hayatı devletin gözünde bir hiçti. Atilla Kıyat’ın tanıklığı, hem bu hiçliği bize yeniden hatırlatıyor hem devletin Kürtleri nasıl da kolayca öldürdüğünü gösteriyor. Ama bir gerçeği daha görmemiz lazım, Kürdün hayatının PKK için de fazla bir anlamı yoktu. Ortada bin ölü varken de böyle düşünülüyordu, beş bin ölü varken de.


Artık ölmek zorunda değiliz

Sonuç on bin ölüye vardığında da değişmedi durum. Sonra kırk bin oldu ölenlerin sayısı.

Ama artık kırk bin ölümüz var, dört bin daha eklendi diyemeyiz. Kaldı ki, Kürtler hak elde etmek için ölmek zorunda değil artık. Sancılı da olsa, AB süreci yaşayan bir ülkede, militarizm tasfiye olurken, demokratik özerklik, federasyon ve bağımsızlık dahil, Kürtlere statü talep etmenin yolu, dağlara mayın döşemekten ve savaşı sürdürme gayret ve azminden geçmiyor. Bu azim ve gayret gün gelir yurtsever ve demokrat Kürtleri de vurur. Kimdi Meymuniyê dağlarında, Batman’ın arka bahçesinde dolaşıp mayın döşeyenler? Devletin ve PKK’nin bu soruya verecek cevabı nerede? Batman’a on dakika mesafedeki uzaklıkta, bu devlet ne olup bittiğini nasıl bilmez? PKK en güçlü olduğu şehirlerden biri olan Batman’ın hemen yakınındaki dağlarda dolaşan gruplarının eylemlerini nasıl bilmez? Genelkurmay’ın iki yıl önce, hiçbir askeri birliğin stabilize yola kontrolsüz ve gerekli emniyet tedbirleri alınmadan girmeyeceğine dair emir verdiği biliniyor. Nitekim Batman’da bir komutanın, ‘eğer olay yerine biz gitseydik, o yoldan geçmezdik’ dediği söyleniyor. O halde Meymuniyê’nin karşısındaki stabilize yola mayın döşemenin amacı nedir? Katliam gibi bir ölümden geriye, kırılmış bir onur, yaralanmış bir vicdan kaldı şimdi. Sonra, bu şüpheyi doğuran sebepleri birilerinin adeta manevi koruma altına alma arzusu kaldı. ‘Bizimkilerin’ eylemi yaptığına dair bir rivayet, bir kuşku olduğunda, insanı kahreden o suskunluk ve çaresizlik anları kaldı. Hülya Özevin’in ‘karanlıklara karşı ışık’ talebi, yıllar önce gerçekleşebilseydi ne toplumu içten içe kemiren bu şüphe olurdu bugün ne bu ölümler.

Beni kabul ettiği salonda, sesi titriyor, gözyaşlarını tutamıyordu Hülya.

Kurduğu cümleler insanın yüreğine işliyordu: “Sedat’ın orda ne işi vardı diyorlar, kimse mayının orada ne işi var demiyor.

Karanlık karanlık.. karanlık çok kötü. Ama.. pardon.. lakin.. fakat. İstemiyorum bu kelimeleri, midem bulanıyor. Kimse bir şey görmedi. Kimse bir şey duymadı. Sonra diyorlar ki biz yapmadık. Oklar PKK’yi gösteriyor, ama, lakin, fakat diyorlar. Ama, ama!. Ama mayın döşemek alçaklık değil mi? Oradan bir inek geçse ve ölseydi, Sedat ve Sadi üzülürlerdi. Oraları güzelleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlardı onlar. Fakat ekolojik toplum diye slogan atmıyorlardı. Biz taraf değildik. Biz insanın tarafındaydık sadece. Şimdi hukukçulara soruyoruz, biz şimdi kime dava açacağız diyoruz. Şimdilik susun diyorlar... Biz susalım, savaş devam etsin, mayınlar patlasın, insanlar ölsün yeniden. Niye herkesin kafası bu kadar karışık, niye? Işık istiyorum ben, karanlık istemiyorum. Onlar merttiler. Dindar bir insan değilim, insanlığa sığınmak istiyorum. Ben buradan Hawar diyorum, hawar diyorum! Süleyman amca (olayda hayatını kaybeden Salih Özdemir’in babası) Sedat’a küçük bir yer vermişti. Sedat o küçük toprak parçasını ekti biçti, bahçe haline getirdi. Bu diktiği bahçeden seslenirdi Sedat, dağlara doğru. ‘Roj baş gerilla!’ diye! Masumiyet karinesi diyorlar, herkes suçu ispat edilene kadar suçsuzdur diyorlar. Onlar merttiler, söyledikleri bir şeyi her yerde söylerlerdi. Bandırmalıyım ben. Oralarda soruyorlar bana. Sen ne oldun, sen necisin Hülya diyorlar. Ben Bandırma’da, Kürtlere şu bu yapılıyor diye anlatıyorum, onlar da bana sen necisin Hülya, sen böyle olma diyorlar! Bandırma’da Rojen’i söyleyemiyorum. Oğlumun adı bu. İnsanız, Sedat’la insan olmaya çalışıyoruz diyorum.” Soruşturma sürüyor hâlâ. Sabri Özdemir’i dinledim taziye devam ederken. Çadırlardan uzaklaştık ve Salih’in evine geçtik beraber. Sabri 1972 doğumlu. “Çocuklarının büyüdüğünü görmedi Salih abim’ diye başladı söze. Bazen yeter diyordum ona, artık çocuklarınla ilgilen. Kuraktı buralar, tek ağaç bile yoktu. Meymuniy�’ye yirmi yıl önce 450 adet fıstık ekti. Her şeyimizi köye, köyü güzelleştirmeye vermiştik. DEP’te il başkanlığı, HADEP’te genel sekreter yardımcılığı yaptı. Şimdi partili dostları keşke Salih değil, biz olsaydık diyorlar. Ama ben onlara biraz da sitem ediyorum, çünkü bu dostları Salih’i çok üzdüler. Almanya’dan beş yıl önce döndüm, istemiyordum aslında, ama Salih abim yalnızdı ve benim dönmemi istiyordu. HEP zamanında onunla gençlikteydik. En sıcak dönemlerde bu mücadeleye inandığımız için destek verdik. “Salih abim sanki ölümü hissetmişti. Son beş ayda bana karşı daha yakın durmaya başladı ve davranışları çok farklılaştı. İnanılmaz derecede saygılıydım ona. Ailemizde güçlü bir hiyerarşi mevcuttur. Biz onunla kendi aramızda bu hiyerarşiyi kaldırmıştık. Mayın döşemek, bir eylem tarzı aslında. Bizi hedefleyen bir yanı olduğuna inanmıyorum. Yapılış şekli ve konduğu yer çok yanlış. Buraya mayın döşemenin bizi etkileyeceği, bize zarar vereceği belliydi. “Önce olay yerine gidemedim. İnanmak istemedim. Bahçeye geldim. Abimleri bahçede bulurum umuduyla. Yazık ki yoktular. Sonra olayın olduğu yere gittim. Burada Salih ve Sofi’yi gördüm. Ama Sadi ve Sedat yoktular. Patlamanın olduğu yerden uzaklara savrulmuşlardı. İnsanların ölmemesi için mücadele edenler, on dakika içinde canlarından oldular. Temennimiz başka insanların ölmemesi, savaş kışkırtıcılığı yapanlar bu olaydan ders almalıdırlar. Gelişmelere bakıyoruz ve çok üzülüyoruz. Bursa ve Hatay’daki olaylar bir uyarı aslında, hepimize yapılmış bir uyarı.” Salih Özdemir’in kızları yanımızdaydılar bu sohbeti yaparken, Sedef ve Berfin... Sedef bir ara söze girdi ve çok güzel şeyler söyledi: “Barış olursa babam belki o zaman huzurlu yatar. Çünkü o huzur içinde ölmedi. Bu ölümler duracaksa, babamın ölümüyle ödediğimiz bedele katlanabiliriz. Üç kardeşini beklenmedik bir anda kaybetmenin acısı nasıl bir şey, tahmin etmek bile imkânsız. Sabri kardeşi Selim’le beraber bu acıyı yaşamaya mahkûm oldu. Ailesine ve topluma karşı sorumluluğu bir değil, birkaç kat arttı demek mümkün. O şimdi kardeşi Selim’le beraber bu sorumluluğun hakkını vermeye hazırlanıyor. Son söz olarak şöyle dediğini hatırlıyorum, “Salih abim, İnegöl ve Hatay’ı hep izliyordu televizyonda. Çok düşünceliydi. ‘Ateş yavaş yavaş buralara geliyor’ dedi.”

Aslında ateş her yerde, yangın büyüyor. Bu savaş yangınını, önce düşüncelerimizde mahkûm etmeli, bu yangını asıl oradan söküp atmalıyız. Savaşarak elde edilecek bir şey yok artık. Barış, bir insanın hayatına duyulan sevgiden başka bir şey değil. Taziye çadırında zaman zaman yanına oturduğum Süleyman dayım, üç oğlunu kaybetmişti. Ciğerinden üç parça kopmuştu. Fazla bir şey konuşmuyordu Süleyman dayı. Gelenlere ‘Salih ve kardeşleri sizin dostlarınızdı, sizin kardeşlerinizdi’ diyordu. İki defa da şöyle dediğini duydum: “Xvarzê, Sedat hiç jı biramın naçê.” “Yeğenim, Sedat hiç aklımdan çıkmıyor.”

Sedat’ın eşi Bandırmalı Hülya da Süleyman dayının oğlu Sadi’yi aklından çıkaramıyordu ve Sadi için şöyle diyordu Hülya: “O bizim sevgilimizdi, biz onun sevgilisiydik.” Birbirine sevgili olan insanları öldürmeyin artık, ne olur.