Gamze Aygünal
“Yaşamımızın gerçekliği sevgide, dayanışmada…” [1]
Bir ülke insanına sahip çıkmazsa; bırakın sahip çıkmayı düşünen her beyni profesör, öğrenci, işçi, sanatçı, gazeteci, yazar… hiç ayrım yapmaksızın özgürlüklerini ellerinden almaya çalışırsa; kendi kirli elleriyle inşatta, tersanede işçisini; zorunlu tuttuğu askerlikte ve yurdundan mahrum etmeye çalışıp yönlendirdiği dağlarda gençlerini katleder, analarını acıdan ağlayamaz hale getirirse “Sizi de bir ana doğurmadı mı?” [2] efendiler diye her gün her gün yılmadan bağırmak gerekir yüksek sesle.
Şehirlerin simgeleri vardır. Simgeleşmiş; anılarla yoğruldukça güzelleşerek yaşlanmış yapıları, yapı taşları, heykelleri, ağaçları, meydanları, sokakları, caddeleri vardır. Tüm bunlar kentin kimliğini oluşturur ve ruhunu besler. Fakat bunları kültleştiren, dokunulmak istendiğinde sesini yükselten kent insanı mutlak varlığa tapınmaya başlar. Kaygıyla bağıran insanın duygusal tepkisinin haklı sebebi devletimizin dokunduğu her varlığa, her düşünen insana ‘dokunuşlarının’ kaygı verici olmasındandır. İnsanların kuşku, güvensizlik ve bencillikle yaklaşımı bu dokunuşların yarattığı diyalektik sonuçtur.
Kapital sahiplerinin ‘tarihsiz kentler’ olarak gördüğü, yaşayanı ve dolayısıyla tarihi olup ekonomi, çekim merkezi haline gelmemiş kentlerde bazı yapılar simgeleşmesi hedeflenerek inşa edilir. Ortaya çıkan modern mimarinin göz alıcı örnekleriyle ülke ekonomisine dair amaca ulaşılmış olur. Dünyada yakın tarihte bu sistemin örneklerine bakıldığında kente ne kadar marjinal bir dokunuş yapılırsa yapılsın idealize edilen yapının yarışmalar sonucu ve çeşitli kurulların kriterlerine uyumla hayata geçirilebildiği görülür.
Mevzubahis etmeye değer bir diğer uygulama; tarihi, savaşlarla yerle bir edilmiş kentlerde, yaşanan tüm kayıplara ve acılara rağmen kentin savaş izlerinin korunması ve toplumun belleğine saygı göstererek kentin yeniden kurulmasıdır. Yaşanmış kaygıların ve yitirilenlerin üzeri örtülüp yok sayılması yerine arda kalanların saklanmasına ve paylaşılmasına özen gösterilir. Toplumsal sorunları göz önünde bulunduran şehircilik anlayışıyla kent sakinlerinin ve gelecek nesillerin yaşamları; sırtlarında kaygı kamburlarıyla değil, yüreklerinde gelecek umutlarıyla sürer.
Ne bu tip şehircilik uygulamalarında, ne kapitalizmin kendi doğasına göre yaşadığı metropollerde; ülkenin yönetim sistemine göre devlet gücünü uygulama yetkisine sahip insan, kişisel ekonomik ve benlik getirisi olacak şehircilik uygulamalarını ülkemizde olduğu kadar özgürce gerçekleştiremez. Dev sermayeler, kentlerine inşa etmek istedikleri yapıları dahi ancak şehir planında işlevine göre zonlanmış alanlar içerisinde inşa edebilirler. Şehir planlarındaki fonksiyonel sınırlar iktidara yakınlıkla değiştirilemez. Örneğin; bir ülkede enerji, sanayi, inşaat, medya gruplarının sahibi ve aynı zamanda bir futbol kulübü yöneticisi adını o ülkenin, tarihi 19. yüzyılın sonlarından süregelen en ünlü caddelerinden birine[3] tepeden inme kondurduğu yapının cephesine dev puntolarla işleyemez. Hele bu yapının işlevi, sahibinin yalnızca sermayesine sermaye katma amacıyla seçilmiş, cephesi toplumun kaygılı yakarışlarına sus payı olarak ehlileştirilmiş, inşası mevcut yapıyı tamamen yıkarak ve hukuki ortamda süren tartışmalara paralel yasadışı bir süreçle asla tamamlanmış olamaz. Tabii daha temeldeki sorunlara değinecek olursak; böyle bir konumda şahıs mülkiyetli bir yapının mevcudiyeti, işlevinin banka hesaplarını şişirmek oluşunu da haklı çıkartır. Asıl ironi halkın adımlarıyla aşınmış, kanlarıyla kirlenmiş caddede konumlandırılanın kamusal bir yapı olmayışıdır.
Aldığınız yanlış kararlarla bir kentin tarihine adınızı ancak kanalizasyon kanalları üzerine yazdırmadan o kenti yaşatmak ve toplumun, temel ihtiyaçlarını gidermekte karşılaştıkları sıkıntılarını kent sorunlarıyla çoğaltmamak hiç de zor değil aslında; yeter ki hedef bu olsun. Türkiye halklarının alışık olduğu üzere; sermaye sahibinin iktidara oturduğu, iktidar sahibinin ve çevresinin sermayesini çoğalttığı, halkın zulme karşı tepkisinde haddi hukuku kalmamış yaptırımlarla karşılaştığı sistemde ne şehrin ne de insanlığın nesillerce miras olarak aktarılacak değerler olarak görülmediği aşikardır.
Sibel Yerdeniz’in dediği gibi “çok zor, ruh sağlığını korumak çok zor” [4] fakat bir araya gelip omuz omuza durabilmek için, önce cana, fikre, özgürlüğe ve bunlara bağlı olarak kültleştirmeden sevdiklerimize sahip çıkabilmek için ruh sağlığımızı korumaktan başka yol yok. Haberleri okuduğunuzda veya dinlediğinizde kendinizi içinde hissettiğiniz irite edici panayırın yalan haberlerini derin bir nefes alıp yutmanın zamanı. Yutup her gün aldığınız avuç avuç antidepresanlarla derin fakat sahici olmayan bir uykuya kendinizi bırakmanın değil biber gazlarıyla boğulup da o caddenin taşına kapaklanacak yer bulamayacağınız kadar sık safları oluşturmanın zamanı. Yapılabilecekler çok. Ne kendi yaşamınıza, ne ailenizin, çocuğunuzun yaşamına umutsuzlukla bakmayın. İşkence aletleriyle, elektrik akımlarıyla uzanan eller siz aklınızı ve vicdanınızı yaşattığınız sürece asla asıl hedefledikleri yere; zihninize ulaşamazlar.
Kaynakça:
[1] Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, Metis Yayınları, 2012, s.57
[2] Nazım Hikmet, Yeni Şiirler, Dost Yayınları, 1970, s.47 (Bulutlar Adam Öldürmesin)
[3] http://tr.wikipedia.org/wiki/İstiklal_caddesi
[4] http://t24.com.tr/yazi/ayaklarim-olmadan-da-dunyayi-tekmeleyebilirim/5959