Can Dündar / Cumhuriyet
12 Eylül sonrası, bir süre Diyarbakır Radyosu’nda staj yapmıştım.
Radyoevine gittiğimde birbirinden aydınlık yüzlü insanlarla tanıştım. Hemen hepsi sürgündü.
Programlarından, fikirlerinden ya da istihbarattaki fişlerinden dolayı Diyarbakır’a sürülmüşlerdi.
İçlerinden birinin suçu, Beritan Aşireti’yle ilgili programıydı. “Kürtçülük”le suçlanıyordu.
Aylarca aşiretle birlikte yaşamış, onlarla göçmüş, sesler toplamış, yayına hazırlamıştı. Bantlarına el konulacağından korkuyordu. Bir gün odasında otururken pencereden bakıp “büyük sır”rını söylemişti bana:
“Bantları torbalara sarıp bahçenin şu köşesine gömdüm.”
***
Önceki gün Cumhuriyet’in Genel Koordinatörü Akın Atalay’ın mesajını alınca hatırladım bu anıyı...
Atalay’ın “Duyuru”su, yaklaşan fırtınayı haber veren bir alarm ziliydi aslında:
“Çıkması beklenen yeni MİT Yasası gereğince gazetemizde mevcut tüm veri, belge ve kayıtlar, istendiği anda MİT’e verilmek zorundadır. Aksi takdirde iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası öngörülmektedir” diyordu.
MİT’in, anayasadaki “özel yaşamın ve haberleşmenin gizliliği kuralı”nı çiğneyerek kapıya dayanması ve gazetenin belleğindeki verilere el koyması an meselesiydi.
Acilen önlem almak gerekiyordu.
“Kanun yürürlüğe girmeden, gazetemizin server’ının diskindeki mail adresleri üzerinden yapılan tüm mail içerikleri ve trafik bilgileri geri getirilemez şekilde silinecektir.”
MİT Yasası, Basın Kanunu’ndaki “Gazeteciler haber kaynaklarını açıklamaya zorlanamaz” hükmünü çiğneyerek haber kaynağını açıklama zorunluluğu da getireceğinden, işyeri bilgisayarında haber kaynaklarımızla ilgili veya özel nitelikteki kayıtlarımızı da yedekleyip başka bir yere nakletmeliydik.
İlerde bugünlerin tarihi yazılırken, bu “Duyuru”, örnek verilecektir.
Hadi kendimi ihbar edeyim:Ben uyarıyı alınca, bir önceki faşist rejimde öğrendiğimi yaptım ve verilerimi diske kaydedip uzak bir bahçeye gömdüm. Üstüne de şu notu yazdım:
“İlerde bu diski bulacak olana, Türkiye’nin o karanlık döneminden küçük bir hatıra...”
***
MİT Yasası, rögar patlamışçasına ortalığa saçılan pisliği ve büyüyen tepkiyi, istihbaratla, baskıyla, yayın yasaklarıyla saklayabileceğini sanan bir iktidarın son çırpınışıdır.
Sanılmaktadır ki, rüşvet pazarlıklarının ses kayıtları, “vakfa bağış” denen haraç ortaklıkları, İmralı müzakerelerinin tutanakları, şeriatçı örgütlere silah taşıyan istihbarat TIR’ları, Başbakan’ın “durdurun, yasaklayın, susturun” diye bağırdığı gece yarısı telefonları yazılmaz, duyulmazsa, halk kandırılabilir.
Kendilerine Sultan Abdülhamit’in hatıratından şu satırları armağan etmek isterim:
“Hayatıma kastedildiğini ve birçok defa da suikastçıların muvaffak olmalarına ramak kaldığını biliyorum. Bu şartlar altında herkesten şüphe etmemde şaşılacak bir şey yok. İstihbarat teşkilatım o şekilde kurulmuştur ki, hiçbir şey benden saklanamaz”.
Sonunda ne oldu?
O çok güvendiği istihbarat teşkilatı, Padişah’ı kaçınılmaz sondan kurtaramadı.
Sarayını basanlardan, “Millet, seni azletti” lafını işittikten sonra sürgüne gönderildi.
Ve hiçbir baskı rejiminin ilelebet payidar olamayacağının, istibdada itirazın istihbaratla bastırılamayacağının canlı kanıtı olarak tarihe geçti.