Gündem

Hülya Avşar: Ben kimim?

Hülya Avşar kendisini melez olarak görüyor. Bu durumu da şöyle anlatıyor...

24 Ağustos 2009 03:00


Hülya Avşar kendisini melez olarak görüyor. Bu durumu da şöyle anlatıyor:?“Anne tarafımda Giritlilik var, Yörüklük var. Baba tarafım çok asırlar önce Kayseri Pınarbaşı’ndan göçen bir Türkmen aşireti...” 

Babasının ailesi göç ettikleri yerde Kürtlerle karışmış sonunda da iyice Kürtleşmişler. Avşar, “Yani böyle karman çorman bir aileyiz biz.?Daha doğrusu tam bir Anadolu’yuz. Ve bu da benim çok hoşuma gidiyor” diyor...

Hülya Avşar, milliyet'in sorularını yanıtladı... 


Bizim kız nasıl?

Bizim kız?.. Hülya Avşar tabii ki... İyi bakıyor musunuz? Eşi onu üzüyor mu? Tabii birden hava dağıldı, hep beraber gülümsedik. “Bizim” dediği kız, aynı zamanda “bizim” de kızdı çünkü ve Türkiye’de Kürtlerle Türklerin “biz” olmasına ilişkin en sıcak örneklerden biriydi. O kadar ki, işte Iraklı bir Kürt siyasetçi bile o “biz”in içinde kendine bir yer buluyordu.

Bu hikâye, buradan kilometrelerce ötede aklımızın bir köşesine yazıldığından beri Hülya Avşar’la Kürtleri konuşmaya niyetliydik; ama kısmet demokratik açılımaymış.

Doğrusu önce ikna etmesi çok kolay olmadı Avşar’ı. Hem bir açılım furyasına takılıp gidiyor görünmekten hem de bu kadar önemli bir meselenin içini tam dolduramamaktan çekiniyordu. <br>Biz ise açılımı ikinci plana atıp, ondan öncelikle kendisini anlatmasını istiyorduk. Kimin taraf-kimin muhatap olacağının, kimlerin hesaba katılıp-kimlerin katılmayacağının karıştığı bir ortamda, bu ülkenin annesi Türk-babası Kürt (veya tersi) milyonlarca çocuğundan biri ve tabii sonuçta bir Hülya Avşar olarak neler anlatacağını merak ediyorduk.

Avşar, geçen salı günü Ali Eyüboğlu’nun da yardımıyla önerimizi kabul etti. Ve iyi ki de etti. Karşımıza tam tahmin ettiğimiz gibi bu kocaman meselenin bütün küçük hikâyelerini barındıran bir Türk-Kürt ailesi çıktı. Şimdi kim hangi açılımı yapmaya ya da kim hangi açılıma karşı çıkmaya kendini yetkili görüyorsa zemini tutan bu on binlerce aileyi de hesaba katsın deriz. İşte onlardan Türk Emral Bozkır’la Kürt Celâl Avşar’ın ailesi ve ailenin büyük kızı olarak Hülya Avşar’ın izlenimleri:

Şark çıbanıyla tanışma

Türk mü Kürt mü olduğunuzu ilk ne zaman fark etmeye başladınız?

11-12 yaşlarındaydım. Ankara-Özveren sokaktaki evimizde... Aynada birden yüzümdeki şark çıbanı dikkatimi çekti. Gidip hemen anneme sordum, “Küçükken su çiçeği oldum da, bu onun mu yarası anne?” Annem dedi ki, “Hayır, onun adı şark çıbanı.” “Ne demek şark çıbanı?” dedim. Şimdi tam hatırlamıyorum, ama bir tür sinek gibi bir şey dedi; o yörede yaşayan çoğu insanda bu şark çıbanı olurmuş.

O yöre?

Kars-Ardahan; daha doğrusu Hasköy. Ben altı aylıkken annemle babam bir süre babamın memleketinde yaşamışlar ve şark çıbanı da gelip bir şekilde beni orada bulmuş. Bu hikâyeyi dinledikten sonra “o yöre” yavaş yavaş benim merakımı cezbetmeye başladı. Anlatılan her hikâyede “orası” benim daha fazla dikkatimi çekiyordu. Sonunda artık soruşturur olmuştum. Niye dedemin adı Apo; babaannemin Daduk? Niye babaannem beni hep Malakan (Sarışın) diye çağırıyor? Kardeşimin adı Leyla, ama niye Mışki de diyorlar veya babamın adı Celâl, ama niye “Ello” diye de sesleniyorlar?

Acaba bu fark ettikleriniz hoşunuza gidiyor muydu, yoksa biraz rahatsız mı oluyordunuz?

Tam aksine, hikâyeler hoşuma gittikçe daha da fark eder oluyordum her şeyi. Amcamlar, halamlar birkaç apartman aşağıda oturuyordu ve evdeki bu bütün hava bana çok eğlenceli geliyordu.

Hep mi eğlenceliydi peki?

Hayır, hep değil. Mesela bu bahsi okulda, sokakta uzun bir zaman kimseye diyemedim. Korkuyordum. Anlatmamam gerektiğini hissediyordum. Çünkü benim babam o dönem bankacıydı ve Kürt olduğu için hep problemler yaşıyordu, bir şubeden başkasına gönderiliyordu. Ben de bunları zaman zaman duyuyordum.

‘Başhekim amcamı sürdüler’

Hatta bir gün babam çok sinirlenerek eve gelmişti. Otobüste Kürtçe konuştu diye oradaki bir yolcuyla mı ne, birbirlerine giriyorlar, otobüs duruyor; babam ve o yolcu indiriliyor. Babam o hırsla eve gelip anlatmıştı bize. O kadar sinirliydi ki...

Sonra yine mesela amcam Fevzi Avşar, Ankara’da bir hastanede başhekimdi. Onu da bu Kürtçülükten dolayı bir yerlere sürdüler. Bu arada hala kızlarım, amca çocuklarım hep Kürtçe konuşurlardı ve aksi bir durumu hep reddederlerdi, hep bir şekilde yumruklarını masaya vururlardı. Sürekli okuyan, sürekli tartışan insanlardı.

Ya siz?

Ben onlar gibi değildim. Babam bu meselelere üzülünce ben de çok üzülürdüm, ama her şeyi daha kenardan izlerdim.

Anneniz Türk olduğu için olabilir mi?

Kesinlikle. Bir kere evde başka kültürde biriyle daha yaşıyor olmak beni yumuşatıyor, daha orta bir noktaya çekiyordu. İkincisi, ben Ankara’da büyüdüm, ama kuzenlerim neredeyse liseyi bitirene kadar Hasköy’deydi. Dolayısıyla onların her şeyi benden daha yoğun yaşıyor olmaları normaldi.

Peki hiç aile içinde dışlandığınızı, anneniz Türk olduğu için “Sen bizi anlamazsın” havasını hissettiniz mi?

Hayır, hep çok sevdiler, hep arkamda oldular. Bir de benim babam çok dominanttı bu konuda. Yani aslında kendisi de uçtu, ama o uç noktalarını hep bizden saklardı. Özellikle şimdi şimdi fark ediyorum ki bizimle ilgili birçok şeye çok dikkat etmiş.

Uçluktan kasıt?

Koyu Kürttü. Yapılan hiçbir haksızlığı affetmiyordu. Taraftı yani. Yeğenlerini, ailedeki politik durumları, hepsini anlayışla karşılıyordu. Belki bıraksalar o da peşlerinden gidecek gibiydi.

Nereye gidecek gibiydi?

Benim ailem işin hep politik kısmındaydı. Onların amacı bir gün bu ülkenin başbakanının ağzından “Gelin dost olalım, ahbap olalım, kimse kimsenin canını yakmasın”ı duymaktı. Bütün gayretleri bugünler içindi. Yani son derece medeniceydi düşündükleri, ama içlerinde çok uçları da olabilir, sonuçta biz siyasi açıdan kozmopolit bir aileyiz.

Mesela hiç dağa çıkıp, bir bakıp, sonra ineni olmuş mudur?

Bizimki kadar büyük bir sülale için çok zor bir cevap bu; bilmiyorum. Keşke bizimkiler ‘barış’ cümlesini asırlar önce keşfetseydi

Bu Türklük, Kürtlük mevzuları konuşulurken hiç kendinizi iki arada bir derede kalmış hissettiğiniz oldu mu?

Ne zaman hissettim biliyor musunuz; şimdi. Şimdi hissediyorum kendimi iki arada bir derede. Çünkü ben bugüne kadar hiç kimseye oturup bunları anlatmadım. Hayatımda çok yakınım olan biri iki kişi dışında ilk kez bu kadar anlatıyorum.

Çünkü bunları konuşmanız gerekmedi...

Hiç gerekmedi, ama şimdi öyle bir konuma gelindi ki, konuşmadığım takdirde reddediyor durumuna düşmek istemiyorum, konuştuğum zaman da taraf olmak istemiyorum. Saçma sapan bir durumdayım aslında ve kendimi ilk kez böyle hissediyorum. Mesela aslında ben Kürt-Türk diye konuşmak bile istemiyorum ve bu notumu da özellikle yazmanızı rica ediyorum.

Kim için?

Bütün sülalem için. Bu röportajı hepsi okuyacak ve ben kendi sülalemden çok çekinirim. Bir bilseniz, ben hâlâ amcamın yanında ayak ayaküstüne atmam, hâlâ amcam oturana kadar ayakta kalırım. O yüzden konuşurken bazı şeylere dikkat etmek zorundayım, ama tabii diğer yandan bir Türk olarak milliyetçi ruhum da ağır basıyor.

Nerede ağır basıyor?

Mesela yurtdışına çıktığımda. Benim pasaportumda Türk yazıyor ve ben de bir Türküm sonuçta.

Türk müsünüz, yoksa Türk üst kimliğini mi kabul ediyorsunuz?

Aslına bakarsanız bunları hiç düşünmemiştim, ama bu olayları kurcaladıkları için ben de ne olduğumu şimdi çözmeye başlıyorum. Hatta haydi gelin beraber çözelim. Gerçekten buyurun, çözelim. Ben şimdi neyim?

Tamam çözelim, ama önce isterseniz şunun yanıtını bulalım: Acaba sizin şimdi ben neyim demek durumunda olmanız iyi bir gelişme mi, yoksa kötü mü? Yani sizce insanların alt kimliklerinin öne çıkması iyi mi oldu; yoksa kimin ne olduğunun konuşulmadığı günler daha mı iyiydi?

Bence üçüncü şık... Yani şu: Yine eskisi gibi kimin hangi etnik kökenden olduğunun bilinmediği, ama bunun da yasak olduğu için değil, herkes kendi halinden mutlu olduğu için konuşmaya gerek duymadığı bir ülke. Bence en ideali bu ve mutlaka sonunda o noktaya da geleceğiz.

Ama şimdi rahatsızsınız?

Rahatsızım tabii... O yüzden de ben kimim, bana bir isim bulun lütfen. Yani şimdi iş öyle bir noktaya geldi ki tıpkı bizim Kars-Ardahan çekişmesine benzedi. Ardahanlılar artık biz Ardahanlıyız diyor. Ama bana sorduklarında ben yıllarca Karslıyım demişim, şimdi Ardahanlıyım demeye dilim dönmüyor. Oysa aslında benim için ikisi de fark etmiyor.

O zaman şöyle yapalım: Bugüne kadar ne diyordunuz?

“Türküm, ama bende Kürtlük de var” diyordum.

Bunun karşılığı “Kürt kökenli Türk” olabilir, ama bu arada sizde Türk köken de var.

Evet, hakikaten Türklük de var. O zaman mesela Kürt ile Türkü bir araya getirirsek nasıl olur kâğıt üzerinde... İkisinden ortak bir kelime çıkarsak...

Onun yerine şuna ne dersiniz; “Türkiyeliyim”?

(Yüzü asılıyor) Ne kadar itici; Türkiyeliyim... Nerede, yurtdışında söylenen bir şey mi bu? (Bir daha tekrarlıyor) “Türkiyeliyim...” I-ıh... <

Peki ‘Ne mutlu Türküm diyene’deki Türküm hiç bugüne kadar aklınıza takıldı mı; içinizden hiç ‘Ama benim babam Kürt’ dediniz mi?

Demedim, çünkü o cümledeki Türkün hep bir üst kimlik olarak söylendiğini düşündüm. Ya da öyle düşünmek işime geldi, diyeyim. Okuldayken başka Kürt, Ermeni arkadaşlarım vardı, o zamanlar da bunu söylerken hiç “Aslında bize Türk ırkından olduğumuz söyletilmeye çalışılıyor” gibi algılamadık. Dediğim gibi; belki de öyle duymayı istemedik...

Ama şimdi bu bir rahatsızlık meselesi...

Kimin hatası peki?

Sizce?

Ben bu işin tarihini çok bilmem, ama bildiğim şu: Hani “barış” denen bir kelime var ya, o kelime aslında hep sadece lügatte vardı, kafamızda hiç olmadı. Bir şey yapmak istiyorsak bunu hep ancak silahla başarabileceğimizi düşündük. Türk-Kürt dahil... Biz aslında barış kelimesini daha yeni yeni yerleştiriyoruz dilimize. Bu kadar evlat öldükten sonra... Olan o gidenlere oldu. Hepsi nur içinde yatsın, ama içim o kadar acıyor ki... Keşke bizimkiler asırlar önce keşfetseydi şu kelimeyi...