Belge, son Halife Abdülmecit'in bu statüsünde devam etmesi olasılığı için şu tahmini yürüttü: "Bu son derece muhafazakâr ve ancak geleneği içinde 'otorite' olarak kabul ettiği insanların sözüne güvenen toplumda Batılılaşmayı sindirmek daha kolay olmaz mıydı? Resim yapan bir Halife’nin halka yobazlık tavsiye edeceğini hiç sanmıyorum."
Belge'nin Taraf Gazetesi'nde yayınlanan (2 Ekim 2009) 'Hanedan' başlıklı yazısı şöyle:
Hanedan / Murat Belge/ Taraf Gazetesi - 02.10.09
Çeşitli bakımlardan türünün 'son'u olan Şehzade’nin ölümünden sonra bazı yazarlar bu konunun evveliyatıyla ilgili görüşlerini yazdılar. Cenaze töreninin öncesinde bazılarımızın zihninde bazı çekinmeler olmadığı söylenemez: akla gelmedik herhangi bir şeyin siyasette 'düşman' tarafı açmaza düşürecek bir silah gibi kullanıldığı bu ortamda, bu törenle birlikte, başımıza bir de 'hanedan sorunu' alır mıyız, Osmanlı yönetimine dönüş krizi de çıkar mı, AKP hanedanı geri getirme planları yapıyor mu vb?
Cenazede hernekadar İsmailağa cemaati, cüppeleri ve sarıklarıyla boy gösterdiyse de, korkulan kötülükler olmadı. Türkiye Cumhuriyeti’ni tehdit eden bir 'hanedan tehlikesi' olmadığına karar verdik. Daha doğrusu, bu işlerin Türkiye’de 'olma biçimi'ni gözönüne alarak, böyle bir tehlike olmasına gerek görmediğimiz için böyle bir tehdit de oluşmadı.
Birinci Dünya Savaşı, arkaik 'teritorial' imparatorlukların sonunu getiren bir tarihî olaydı. Ama bu imparatorlukların zaten sonu gelmişti. Yorulmuş, bitap düşmüşlerdi. Tabii bir hanedanın tahtını bırakıp gitmesi kolay bir şey değildir. 'Sultan' olarak yapacağı kalmamış bir insanın Sultan olmayarak yapacağı daha da az olabilir. Bu toplumun herhangi bir yeniliği yapmakta nasıl ayak sürüdüğü mâlûm. O şeyi yapmayı düşünmek, sonra bir daha düşünmek, sonra tartışmak, sonunda bir karar vermek, ama kararı vermekle yapmak arasında alabildiğine vakit geçirmek, başlamak, ara vermek, bir süre ertelemek...
Mustafa Kemal’in bunları bekleyecek vakti de, sabrı da, yoktu. Onun için hanedanın burada kalmaya devam etmesi pek öyle olabilecek bir şey değildi ve zaten olmadı.
İnsan, tarihte 'olmuş'ları düşünürken, 'olmamış'ları da aklından geçirmeden edemez. Bu çerçevede, Cumhuriyet’in başında varolan Hilâfet kurumunun devam etmesi durumunda neler olabileceği de çok kişinin aklını kurcalamış bir sorudur.
Çünkü şöyle bir paradoks var: Cumhuriyet’i kuran ve başına geçen Mustafa Kemal’in topluma sunduğu proje, bir Batılılaşma projesi. 'Batılı (gibi) olacağız' diyor. 'Bunu çabucak öğrenin ve yapın.' Bu arada sürülen aile ise toplumun en ileri derecede Batılılaşmış ailesiydi.
Hanedanın kendi paradoksu, 'imparatorluk yönetme'nin potansiyel
Ama sonuç olarak hepsi, toplumda başka hiçbir kesimle kıyaslanamayacak kadar iyi eğitimliydi ve soyut bilgi düzeyinin ötesinde 'hayat tarzı' olarak da Batılıydılar.
Halife Abdülmecid, yaşadığı süre içinde muhtemelen en parlak Türk ressamı ya da en parlak üç beş kişiden biriydi. Yaptıkları arasında bir çeşit 'nü' bile vardı.
'Olmamış'ları akıldan geçirmek derken bunları düşünüyorum. Hayal edelim ki Cumhuriyet kuruldu; Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı oldu; Abdülmecid’in Halife’liği de devam etti (buna Terakkiperver Fırka da muhtemelen en ideal çözüm gözüyle bakardı). Bu son derece muhafazakâr ve ancak geleneği içinde 'otorite' olarak kabul ettiği insanların sözüne güvenen toplumda Batılılaşmayı sindirmek daha kolay olmaz mıydı? Resim yapan bir Halife’nin halka yobazlık tavsiye edeceğini hiç sanmıyorum.
Ama olamazdı bu ve zaten sonuçta olmadı. Bunun için de kimse suçlanamaz. Temel sorun 'meşruiyet' sorunuydu; altı yüz yıllık hanedanın yönetimine son veriyorsunuz; ama hanedandan biri, 'Halife' sıfatıyla, hâlâ ortalıkta. Ve gene aynı 'muhafazakâr' toplum. Halife’nin, bir zamanın Padişah’ının yetkilerini de yeniden ele geçirme hırsına kapılmayacağının bir garantisi vardı.
Yani, evet, olamazdı. Olamazdı ama, bu da, 'yazık oldu' dememize engel değil. O zamandan bu zamana, bu toplumun değişik kesimlerinin artık nihayet birbirleriyle barışmasına zemin sağlayacak birçok gelişme oldu.
Ama hâlâ gözümüz orada değil.