Başbakan Erdoğan, Avrupa Parlamentosu’nun (AP) Türkiye ile ilgili raporuna kendisine özgü üslubu ile yaklaştı ve “biz bildiğimizi okuruz” şeklinde bir yanıt verdi. Başmüzakereci Bağış da raporun fazla ciddiye alınamayacağını belirtti.
AB üyeliği hükümetin ilk yıllarında ortaya koyduğu en temel hedeflerden birisiydi. Aslında AKP’nin içinden geldiği Milli Görüş hareketini de AB karşısında değişen konumu itibarıyla ele alabiliriz.
Milli Görüş geleneği uzun yıllar Batı karşıtı, Batı’yı yozlaşmanın ve zulmün merkezi olarak gören bir bakış açısına sahip oldu.
28 Şubat darbesinden sonra kurulan Fazilet Partisi ile birlikte bu söylem değişmeye başladı. O güne dek toplumda ahlaki bir yozlaşma, bir “eksiklik” olduğunu ve bunun İslam’ın sosyal ve siyasal hayatta daha etkin olmasıyla düzeleceğini uman Milli Görüş geleneği artık Türkiye’de asıl eksikliğin demokrasi olduğunu, bu sorunun da AB üyeliği ile çözüleceğini savunuyordu.
AKP’yi bağrından kopup geldiği Milli Görüş geleneğinden ayıran belki de en önemli unsur Batı’ya olan bakış açısı oldu.
Hükümet iktidar olduğu ilk yıllarda çok önemli reformlar gerçekleştirdi ve bunun sonucunda Türkiye AB ile üyelik müzakerelerine başladı. Demokrat olarak nitelendirilebilecek herkesin neredeyse içine dahil edildiği “liberal aydınlar” da bu süreçte AKP’nin yoldaşı olmayı büyük bir içtenlikle kabul ettiler.
Fakat iktidarın AB vizyonu 2006’dan itibaren sarsılmaya başladı. Bunu artık partinin gözü kapalı hayranları hariç herkes kabul ediyor. Elbette bunda tek sorumlu hükümet ve Türkiye devleti değil. Üstelik AB’ye karşı alınan çekimser tutum yalnızca devlete özgü de değil, toplumun da AB üyeliğinden pek bir beklentisi kalmamış gibi.
Oysa artık yavaş yavaş ortaya çıkıyor ki, derin bir fay hattıyla ortadan ikiye ayrılan bu memleketi bir arada tutacak yegâne güç AB üyeliği hedefiydi.
Mutlak bir güvensizlikle birbirine düşman gözüyle bakan muhafazakârlar ile laik kesimler arasında zımni bir barış bu hedef çerçevesinde sağlanabilirdi. AB vizyonu, sığınılacak bir limandı.
Muhafazakârlar kendi iradeleriyle iktidara taşıdıkları siyasi partinin askeri bir darbeyle alaşağı edilebileceğinden korktular ve haksız da değillerdi böyle bir korkuyu hissetmekle, daha önce başlarına birkaç defa gelmişti.
Laik kesim, yaşam alanlarının daraltılacağını düşündüler, düşünüyorlar; muhafazakârlığın iktidardan alacağı güçle giderek kendi doğrularını dayatacağından çekiniyorlar. Onların da çok haksız olduğunu söyleyemeyiz, maalesef Başbakan bile bu minvalde bazı söylemlerde bulundu. (Tıksırıncaya kadar içiyorlar vs.)
Fakat şu basit soruyu neredeyse kimse sormuyor: AB üyesi bir Türkiye’de bu korkuların gerçekleşme ihtimali var mı?
Pekiyi örneğin iktidarın otoriterleştiğini söyleyen CHP lideri niçin hükümeti AB politikaları konusunda yeterince eleştirmiyor, dahası AB üyeliğini acil bir hedef olarak ortaya koymuyor?
“Millet iradesine set koymak isteyen çeteler”den bahseden, “ileri demokrasi” hedefini ortaya koyan Başbakan niçin AB konusunda eski heveskâr tutumunu sürdürmüyor?
Böylesi çatışmacı bir iklimin işlerine geleceğini mi düşünüyor liderler?
Herkesin safını seçip ezberlediği argümanlar arasından en cafcaflısını seçtiği bir fikir iklimi, gazete yazarlarına da oldukça cazip geliyor anlaşılan.
Öte yandan hükümetin AB parlamentosunun raporuna verdiği cevap bugün geldiğimiz noktayı gösteriyor.
Anlaşılan o ki, bu ülkede daha uzun bir süre siyaset kavga, dedikodu ve sorun üretmekten öteye geçemeyecek.
Ekin Kadir SELÇUK
ekadir@bilkent.edu.tr
Bilkent Üni. Siyaset Bilimi, Doktora