Hürriyet yazarı Mehmet Yakup Yılmaz, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "Şu an bildiklerimi söyleyemeyeceğim ama günü geldiğinde belki kitaba yazabilirim. Çünkü bildiklerinizi her zaman söyleyemeyebilirsiniz" açıklamasıyla ilgili olarak "Bu ülkenin en üst makamındaki insan bildiklerini açıklamaya neden çekinsin? Bildiklerini şimdi söylemeli ki Fetullahçı çeteyi çökertme mücadelesindeki savcı ve emniyet güçleri nereye, hangi taşın altına bakacaklarını bilsinler" dedi. "Yoksa bunun nedeni 'bazı arkadaşlarını' koruma kaygısı mı?" diye soran Yılmaz, "Eğer koruma kaygısı geçerliyse 'Buna değdi, buna değmedi' demeden binlerce insan işinden atılmışken 'bazı arkadaşları' korumak adil bir tutum olabilir mi?" ifadesini kullandı.
Mehmet Yakup Yılmaz'ın "Darbe günü 'kayıp saatlerin' esrarı" başlığıyla yayımlanan (25 Kasım 2016) yazısı şöyle:
15 Temmuz darbe girişimi, daha önceden haber alınıp önlenebilir miydi tartışması giderek ilginç bir hal alıyor.
Önce 15 Temmuz gecesi, darbeciler tarafından vurulan ve hastanede önce öldü sanılan Kartaltepe Kışlası Komutanı Albay Davut Ala’nın, TBMM Komisyonu’nda verdiği ifadedeki şu bölümü okuyalım:
“15 Temmuz günü saat 17.04’te cep telefonlarına ‘15–16–17 Temmuz günleri Ayasofya, Taksim, Sultanahmet, Metro, Marmaray, vapur seferleri, Sancaktepe, Fatih, Kartal’da eylem ikazı diye bir mesaj geldi. Normalde eylem ikazı belirli bir bölge için olur. 3 gün boyunca İstanbul’un her yerinde eylem ikazı. Bir hazırlık süreci olduğu buradan belli.”
Şimdi Albay Davut Ala’nın ifadesinde yer alan şu bölümü de okuyalım:
“Zeytinburnu’ndaki lojmana giderken, GATA’dan refakatçi Yusuf Astsubay aradı, darbeyi haber verdi. Biz inanamıyoruz. O arkadaşı GATA’da psikiyatriye göndermiştik. Psikiyatriye gitti, kafayı yedi dedik.”
Ancak Albay Ala belli ki “Kafayı yedi” dediği astsubayın uyarısından da etkilenmiş.
Daha sonra evden çıkıp kışlasına gittiğini ve silah kuşanarak Top Kule Kışlası’na gittiğini anlatıyor. Sabaha karşı 04.00 sularındaki çatışmada da vurulmuş.
Şimdi geriye dönelim, olaylar dizisini kısaca hatırlayalım:
14.45: Binbaşı H.A., MİT’e gelerek darbe hazırlığını haber veriyor.
16.00: Bu bilgi MİT Müsteşarı’na aktarılıyor.
16.21: MİT Müsteşarı, bu bilgiyi telefonla Genelkurmay 2. Başkanı’na iletiyor.
16.30: Müsteşar, bilgiyi Genelkurmay’a aktarırken ikinci sorgu başlamış durumda. O sırada Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, kendisine aktarılan bilgi için Müsteşar Hakan Fidan’ı telefonla arıyor.
17.30: Binbaşı H.A.’yı sorgulayan Müsteşar Yardımcısı, Genelkurmay’a giderek bilgiyi aktarıyor.
18.00: MİT Müsteşarı, Genelkurmay’a gelerek Başkan ile konuyu konuşuyor.
18.30: Genelkurmay, darbeyi önlemek amacıyla bazı emirler veriyor: Uçaklar kalkmayacak, tanklar kışlalardan çıkmayacak vs. Sonra da kimi komutan düğüne gidiyor, kimisi evine.
Ve Hakan Fidan, Cumhurbaşkanlığı Koruma Müdürü’nü arayıp sohbet ediyor ama darbe girişimi istihbaratını paylaşmıyor.
Albay Davut Ala’nın telefonuna gelen mesajın saati 17.04.
Yani o saatte MİT de, Genelkurmay da darbe girişiminden artık haberdar durumda ve Albay Ala’ya gelen telefon bu bilginin doğruluğunu teyit eder mahiyette.
Bu mesaj sadece Albay Ala’ya mı gönderilmişti? Yoksa o düzeydeki diğer komutanlara da, darbeci olsun olmasınlar gönderilmiş miydi?
Bunu bilmiyoruz, çünkü TBMM Komisyonu’nda bu sorulmamış.
Bu durum sadece bana mı tuhaf geliyor?
Cumhurbaşkanı da bildiğini söyleyemezse
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, FETÖ ve FETÖ soruşturmalarıyla ilgili bir gün bir kitap yazabileceğini söyledi.
“Şu an bildiklerimi söyleyemeyeceğim ama günü geldiğinde belki kitaba yazabilirim. Çünkü her bildiğinizi her zaman söyleyemeyebilirsiniz” dedi.
Bizim siyasal ve sosyal hayatımızda böyle bir şey var: “Bildiklerimi bir söylesem yer yerinden oynar” gibi cümlelerle de desteklenen bir önemsenme isteği.
Cumhurbaşkanı’nınki elbette böyle değildir.
Çünkü o başından beri her şeyin içinde, başında yer aldı, birinci elden bilgilere sahip.
“Ne istedilerse” veren de kendisi, kumpas davalarının Fetullahçı savcılarına kol kanat geren, zırhlı arabasını veren ve bu davaların “fahri savcılığını” üstlenen de kendisi.
“Gel bitsin bu hasret” diye kollarını Fetullah Gülen’e açan da oydu, hatırlarsınız.
Onun için eminim çok şey biliyordur.
Ama “Bildiğinizi her zaman söyleyemeyebilirsiniz” diyor ki bunu Cumhurbaşkanlığı makamı gerekleriyle bağdaştırmakta güçlük çekiyorum.
Bu ülkenin en üst makamındaki insan bildiklerini açıklamaya neden çekinsin?
Bildiklerini şimdi söylemeli ki Fetullahçı çeteyi çökertme mücadelesindeki savcı ve emniyet güçleri nereye, hangi taşın altına bakacaklarını bilsinler.
Yoksa bunun nedeni “bazı arkadaşlarını” koruma kaygısı mı?
Eğer koruma kaygısı geçerliyse “Buna değdi, buna değmedi” demeden binlerce insan işinden atılmışken “bazı arkadaşları” korumak adil bir tutum olabilir mi?
Mavili şimdi ne yapsın?
Dün arkadaşımız Elif Ergu’nun Instagram hesabından (elifergudemiral73) paylaştığı bir haberi aktarmak istiyorum.
Hatırlar mısınız bilmem. Yıllar önce, bir telefon operatörünün “Kardelenler” diye başlattığı ve Doğu’da olanağı olmayan kız çocuklarını okutmayı hedefleyen bir sosyal sorumluluk projesi vardı.
Sonradan devlet el koyunca, şirket de bu projeden vazgeçti, nedenini tahmin etmek zor değil.
15 yıl önce o projeyle keşfedilen zeki ve çalışkan kız çocuklarından biri, Mavili Akbudak. 10 çocuklu bir ailenin kızı. Diyarbakırlı.
Mavili Akbudak, liseyi ve üniversiteyi bu destekle bitirip öğretmen olduktan sonra kendisini Doğu’daki kız çocuklarına karşı sorumlu hissetmiş. Kendisi gibi olanakları sınırlı ya da hiç olmayan küçük kızların kaderini değiştirebilmek için!
15 Temmuz’dan sonra çıkarılan kararnamelerden biriyle öğretmenlikten atılmış, çünkü suçu büyük: Eğitim-Sen üyesi olmak.
Sen misin muhalif sendikaya üye olan? Darbe bahanesiyle çıkardıkları KHK ile atıvermişler memuriyetten.
Elif şöyle yazıyor: “Türkiye’nin geleceği genç kızlara örnek Mavili şimdi ne yapacak? Varsa verecek aklınız yazın bana. Ne FETÖ’cü, ne PKK’lı Mavili, o bir Kardelen.”